27 Aralık 2009

Geçen Gün Bi Film İzledim Vol.3



Durup bir liste çıkarınca ne kadar çok film izlediğimi görüp "Geçen Gün Bi Film İzledim..." başlıklı atıp tutma yazılarımın düşündüğümden daha uzun soluklu olabileceğini fark etmiştim malumunuz.. Ayrıca gerçekten beğendiklerimi yazmak daha mantıklı geldi.Çünkü ben yazarken ve eminim sizlerde okurken sıkılıyorsunuz. Zaten çok uzun zamandır blog sayfamla ilgilenemiyorum. Çok işim falan olduğundan değil sadece içimden gelmiyor, 300 küsür günü geride bırakıp matematiksel hesapların doğrultusunda yeni bir 300 küsüre doğru adım adım yaklaştığımız şu günlerde yapmak istediğim tek şey sevdiğim 3-5 kişiyle oturup muhabbet etmek.

Bahsettiğim bu 3-5 kişinin de benim gibi hiçbir işi olmamasına rağmen nedense hiç vakti yok. Kozmosun insanlarla dalga geçme şekillerinden biri de yapacak iyi bir şeylerin yokken gerçekten istediğin şeyleri yapmaya vaktinin olmaması. 3 gece önce geçirdiğim harika vaktin ardından o gece yanımda olan herkesin birbirinden çok çok alakasız yerlerde yine birbirinden çok ama çok alakasız işlerle uğraşıyor olmaları da kozmosun başka bir "nanik sana Mimi" deme şekli zaten.

Son 3 aydır çok sevdiğim ve aramızda birinci dereceden kan bağı bulunan insanların, hep birlikteyken olmasa da ayrı ayrı zamanlarda belirttikleri düşüncelerine göre, yavaş yavaş hiç bir şey yapmayan, tembel, sorumsuz ve yabani birine dönüşüyor-muşum.

Gerçi psikoloji literatürüne göre asosyalliğin gözünü çıkardığım şu son yılda film izlemenin, yeni albümler edinmenin, tiyatroya, sinemaya gitmenin, bir kaç yerin fotoğrafını çekmenin ve babamın eski pikabını çalıştırmaya uğraşmanın sosyal bir insanın kültürel atraksiyonlarından sayılabileceğinin altını çizmek istiyorum. Bu saydığım şeyleri yalnız başına yapıyor olduğum gerçeğiyse sadece ve sadece insanlarla birlikte olmaktan pek haz etmemle alakalıdır. Yoksa yanlarında olmaya katlanabildiğim ve birlikte vakit geçirmekten zevk aldığım insanlarla iken gayette sosyal bir böcek olabilme kapasitesine sahip biriyim.

Her neyse filmlerden bahsetmeye başlayayım yoksa sıkılıp yine yarım bırakacağım.


Kirschblüten -Hanami (2008): Doris Dörrie sen nasıl bir kadınsın! Yazar, yönetmen, aktrist, ressam... ki bunlar biz fanilerle paylaştığın yönlerinden sadece bazılarıdır eminim.

Bir kadın düşünün şimdi, orta yaşlarını geride bırakmış yavaş yavaş akşama doğru yolunda yürüyenlere katılmak üzere, zaten doktoru haber vermişti 2 gün önce " isterseniz eşinizle bir şeyler yapın seyahate çıkın birlikte bolca vakit geçirin." demişti. Şimdi bu kadının eşinin bavulunu hazırladığını düşün, adamın mendilini ütülerken ağladığını 1 damla göz yaşının mendili ıslattığını ve hızlıca sıcak ütüyü ıslanan yere bastırdığını gör. Sonra 1 saat 46 dakika boyunca izle filmi ve o mendili öyle iç burkucu bir yerde gör, öyle iç burkucu bir yerde gör ki hönküre hönküre ağlamaya başla. (hönkürmek denir ona evet)

İzle, hatta müziklerini bul dinle.


Moon (2009): Benim gibi bilimkurgudan pek de haz etmeyen tipler için yapılmış mükemmel bir film Moon. Sam Rocwell oynuyormuş aman da aman diyerek izlemeye karar verdiğim film District 9'ı izlemeden önce bu senenin en iyi Sci-Fi filmi budur yahu dedirtmişti bana. Filmin en iyi tarafı dünyayı kurtaracak bir kahramanı izlemiyor olmanız. Son zamanlarda yapılan bilimkurgulara göz atacak olursak hep bir iyi-kötü savaşının olduğunu görüyoruz, robotlarla savaşan insanlar veya robotlarla savaşan başka robotlar ve her ikisiyle savaşan insanlar vs vs... Moon'da da Kevin Spacey'nin sesiyle hayat verdiği bir adet robotumuz var. Kendisi favori karakterim. Zaten film boyunca robot Gerty dışında sadece Sam Rocwell (ler) görüyorsunuz, araya kaynayan bir kaç kişiyi göz ardı edersek. Film biterken garip hisler içinde buluyor insan kendini, etik kurallar insani duygularla çakışıyor ve aslında tam da bir sonuca ulaşamıyor insan. Filmin sonundaki konuşmalara da zaten bu karmaşanın sonuçsuz ve hatta tartışmaya kapalı olduğunu gösteriyor.

Film Ekimi'nde kaçırdığım için pişman olduğum David Bowie'nin mini mini yavrucuğu Duncan Jones'un (38) yazıp yönettiği filmin müzikleri Clint Mansell imzası taşıyor diye ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim. İzleyin ama mümkünse District 9'ı izlemeden önce izleyin.


Mary and Max (2009): Adam Elliot'ın yazıp filme aldığı stop motion animasyon arka arkaya 3 kere izlediğim tek film oldu. (özellikle uzun otobüs yolculuklarım sırasında mükemmel yarenlik etti bu film bana) 13 ay çekimleri yapılan film 5 yılda bitirilebilmiş ve gerçek bir mektup arkadaşlığı hikayesine dayanıyormuş.

Manik depresif animasyon 44 yaşındaki amerikalı obez Max ile 8 yaşındaki her açıdan garip ve arkadaşları tarafından dışlanmış avustralyalı Mary arasında mektuplaşma ile başlayan arkadaşlığı anlatıyor. İzlerken bir yandan gülümseyip diğer yandan ağlıyorsunuz. Israrla izlemenizi tavsiye ediyorum, hatta sonra gelip beğendik beğenmedik diye haber edin bana.


Shrink (2009): Sırf Kevin Spacey adı geçiyor diye izlediğim diğer 50 küsür filmin yanında Shrink ayrı bir yere sahip. Daha başlarken iyi bir hikaye izleyecek olduğunuzu hemen anlıyorsunuz zaten. Yavaş yavaş hatta çok yavaş ilerleyen bir kurgusu olmasına rağmen karakterlerle (ki ot satıcısı Jesus'la bile) empati kurabildiğiniz için izlerken hiç sıkılmayacağınızı garanti edebilirim. Ünlülerin deli dokturu Henry Carter'ın (Kevin Spacey) yaşadığı trajedinin ardından hayatını ve yaptığı işi sorgulamasını anlatan, yan karakterlerinin bile olağanüstü performans sergilediği film sonunda "her şeye rağmen yaşamaya mecburuz" dedirtiyor. Filmi kesinlikle ve mümkünse yanınızda sevgiliniz, arkadaşınız falan olmadan tek başınıza izleyin.


Where The Wild Things Are (2009): Spike Jonze gibi bir adamın Maurice Sendak kitabına hayat verdiği filmi o kadar uzun zamandır bekliyordum ki... 13 yaşındayken ingilizce öğretmenimizin okumamız için ödev olarak verdiği kitaplardan biri de Where The Wild Things Are idi, 13 yaşında bir çocuk olarak sadece güzel bir hikaye diye okuduğum ve belki de ödevim olduğu için pek de kendimi veremediğim kitabı şimdi muhteşem bir kaçış olarak görüyorum. Tıpkı Peter Pan gibi büyümek istemeyen herkes mutlaka bu kitabı okusun ve filmi izlesin.

Kitap, Max adında kurt kostümüyle akşama kadar evlerinin etrafında koşturup oynayan ve yaramazlıklar yapan küçük bir çocuğun, annesinin yaptığı yaramazlıklara ceza olarak onu akşam yemeği yemeden yatağına göndermesiyle başlayan ve sadece hayalci bir aklın kavrayabileceği hikayesini anlatıyor işte o yüzden Where The Wild Things Are filmi de kitaba sadık kalınarak yapılmış, aynı şekilde sadece hayalci bir aklın içine girebileceği bir yapım. Sinemaya gidin izleyin, sonra da dvdsini alın, evin bir köşesinde hep bulunsun. Filmle ilgli tek uyarım "sakın ha küçük çocuklara izleteyim demeyin" olacaktır. Çünkü filmin içinde kocaman gövdeleriyle gereçekten küçük bir çocuk için korkutucu sayılacak canavarların Max'i yemekten bahsettiği bölümler var. Filmde belli bir yaş sınırı yok gerçi ama yine de bilginiz olsun.

Filmler izlemek, eğer yaşamak zorunda olduğunuz hayatlarınızdan az çok sıkılmış veya bunalmışsanız, gerçekten bir kaçıştır. Herkesin kaçış planları vardır ve eğer sizinki de benimki gibi kitaplar ve filmlerle başka yaşamlara konuk olmaksa, yukarıda bahsettiğim filmler tam da misafir olunacak türden. İyi seyirler dilerim, beni haberdar edin.

Sevgi, saygı ve öptüm.

10 Aralık 2009


Bazen elinize dvd kutularını alıp izlemek istediğiniz filmi seçmeye çalışırken fark edersiniz ki görmek istediğiniz kişiler, ortak olmak istediğiniz sorunlar, derin derin iç çektiren romans o kutuların hiç birinde değildir. Durup artık sayısını bilmediğiniz ve bir kitap gibi dizdiğiniz kutulara ve yuvarlak plastik dağınıza bakarsınız. Kült filmler, başkaları tarafından 100 yılın en iyi aşk hikayeleri seçilen ve gerçekten sizin de çok sevdiğiniz eserler. Yok, izlemek istediğiniz film orada değil. Bilgisayarınıza koşup acaba gözümden kaçan bir şeyler kalmış mı diye dosyalarınızı altüst edersiniz. Hali hazırda inmekte olan bilim kurgu ve avrupa filmlerine bakarsınız ama ı ıh, izlerken sizi koltuktan fırlayıp amaçsızca yürümek için koridora yöneltecek hikaye orada yoktur.

Son çare animasyonların bulunduğu rafa koşarsınız, gecenin saat 3'ü dür ve perdesiz pencerelerinizden sizi izleyen dağlara bakarsınız bir an, durup "bu saatte herkesin uyuyor olması ne büyük bir hata" diye söylenirsiniz. Kutulardan hayır gelmez asetat kalemi ile süslenmiş dvdlerinize uzanırsınız. En son izlemiş olduğunuz muhteşemlik geçer elinize ilk. En sevdiği renk kahverengi olan bir adet Mary ve çikolatalı sandviçin gerçekliğini doğrulayan Max vardır elinizde. Filmi size öneren arkadaşınızı düşünüp "aferin lan" diye geçrirsiniz içinizden, bu kadar basit bir şey için minnettar olursunuz.

Ama maalesef görmeyi istediğiniz şey bu da değildir. Elinizdekileri bırakır ve annenizin deri kanepesine atarsınız kendinizi bir un çuvalı gibi. Sonra beyninizde, "şu kanepeye kendini bırakıverme şöyle, bir yerin çıkacak bir gün" cümlesi yankılanır. Yapacak bir şey bulamaz ve telefonunuzu aramaya başlarsınız, ev telefonundan kendi numaranızı ararsınız umursamazlığınızın doruk noktasındaki alet dün akşamdan beri kendisiyle ilgilenmediğiniz için size küsmüş, şarjını bitirmiş ve kendini kapatmıştır.

Öylece karanlıkta oturursunuz pc ekranından gelen ışığa aldırmadan. Kalkıp kahve yapmak, yarım kalan kitaplarınızı karıştırmak, telefonunuzu aramak, televizyonu açıp bayat bir program izlemek, ders notlarını temize çekmek ya da gidip uyumaya çalışmak saat 3'ü biraz geçiyorken elinizde kalan seçeneklerinizdir. Ve gidip kahve makinesini çalıştırmayı seçersiniz. Kahve olana kadar buzdolabının üstündeki magnetlerle oynarsınız hala 8 yaşındaymış gibi.

İşi yiyecekleri bozulmadan korumak olan aletin siziznle konuştuğunu düşünün şimdi. Hem de hiç yabancı olmadığınız bir kaç cümleyi tekrarladığını.

Duygularınız var mı? Bu duygularınızı doğru ya da doğru olmayan biçimlerde belirlemenin yolları vardır. Bir iç dünyanız var mı? Kimsenin değil, kendi sorununuzdur. Heyecanlarınız var mı? Boğun onları. Güçlükleriniz varsa sessizce çözümlemeye bakın der 10 Emir'den biri...

Lanet olsun! Ben kendi sorunlarım hakkında konuşmak istiyorum.

15dakika kadar da mutfakta oyalanmış olursunuz ama hala içinizdeki boşluk dolmaz, canınızın istediği şey çok sevdiğiniz kahveniz de değildir çünkü. Bir şeyler istediğinin farkında olan ama istediği şeyin ne olduğunu bulamayan insanlar kadar salak yaratıklar olmaz diye kendi kendinize konuşursunuz, dünyada ki en değerli maddesel varlığınıza doğru uzanırken. Tekerleği şöyle bir çevirirsiniz şans oyunu oynar gibi. Karşınıza çıkan şey kahvenizden kocaman bir yudum alıp yanan ağzınızın keyfini sırıtarak çıkarmanıza neden olur. Albümü açıp aradığın parçayı bulursun, sesi sonuna kadar açar minicik kulaklıklarından çıkan sesin bütün odayı sardığını fark edersin. Gecenin sessizliğinin harika bir şey olduğuna karar verip bu sefer de diğer insanların sen kendi kendine bu kadar eğlen diye uyumayı seçtiklerini düşünürsün.

Bu kadar ukalalık sana bile fazla gelir ama keyfin yerindedir, ne istediğni bulmuş olmanın verdiği sevinçle bilgisayarına koşup aziz gugıla "John Paul and Craig The Beginning, Romance and Sunset Ending" yazarsın... Yüzündeki sırıtış daha da büyürken pek sevgili McDean severlerin senin için oluşturduğu playlistlere ulaşıp 54 adet videoyu sekmelere dizersin tek bir tıkla.

Videolar yüklenene kadar oda aynı şarkıyla dolmaya devam ederken acaba bu garipliklerim biraz daha büyüyünce geçer mi diye düşünüyordum. Sonra 23 yaşında olduğum ve 4 ay sonra 24 olacağım gerçeğiyle yüzleştim. Hala derslerini lisedeki gibi asan bir öğrenciydim, hala birilerine kafa tutmak hayattaki en değerli amacımdı, hala gelecek planlarımda para kazanıp kariyer yapmak yoktu ve hala soundtrack yaşamaya devam ediyordum. Kafamın içindekiler tüketilen zamandan daha öteydiler. Ve bütün bunlar o kadar gereksiz ve değersiz gerçekliklerdi ki...

Şimdi herkes benimle bilikte tekrarlasın, yüksek sesle okuyun ki sesiniz kelimelere hayat versin ve asla unutmayın söylediğiniz şeyi. "Aradığımız dünyalar asla gördüklerimiz olmamıştır; ne de pazarlığını yaptığımız dünyalar, satın aldıklarımız..."

İşte bu kadar basit.

Geçenlerde, karşımda otururken varlığına katlanabildiğim bir kaç arkadaşımdan biri, çok açık bir şeklide "senden adam olmaz" dedi. Önce durup gülümsedim sonra ağzından çıkan her kelime harf harf içime kazınan bir başkasına "bizden adam olmaz" dedim. O da saat tam 3.11 iken "bizden adam olur, asıl bizden adam olur!" dedi ve ben amaçsızca ayağa kalkıp koridorlarda boş boş dolanmamı sağlayacak hikayeyi izlemeye başladığım sırada o da yatağında dönüp uyuyamamaya devam etti.

Not: Fotoğrafı aziz bing'de dolanırken buldum sahibine saygılar.

Bu yazı Mimi Wonka tarafından 16.30 sıralarında odası Feeling Good ile dolup taşarken karalandı.

25 Kasım 2009

Kendime Not:



İnsanın en çekilmez tarafı (insan olduğu gerçeğini bir kenara bırakacak olursak eğer) bağlı olduğunu savunduğu ahlak ilkelerinin olmasıdır. Hiçbir insan gerçekte ahlaksız olduğunu veya toplumun yüz kızartıcı bulduğu bir ya da daha fazla olguyu eyleme dökmekten büyük haz alacağını itiraf edemez. Çünkü toplumlarda yaşayan insan, diğer bireyleri memnun edici eylemlerde bulunduğu sürece mutlu olabileceği öğretilerek büyütülmüştür.

Peki bu gerçeklikten sıyrılabilen kaçımız var?

14 Kasım 2009

Geçen Gün Bi Film İzledim Vol.2

Sorma sevgili okur. Çok güzel filmlerdi hepsi. Birbirinden alakasız bir çok film izledim ama hepsini yazmak yerine sınıflandırma yaparak yazmaya karar verdim. Bahsedeceğim filmler cinsellik, şiddet, korku ve dram içerikli. Bazılarının aşırı kaçmış dediğim noktaları da olmadı değil ama yine de kabul edilebilir olaylardı anlatılanlar. Zaten düşününce; insanların çocukların kafasını ezip öldürdüğü, yaşlı insanları dövüp sokağa attığı, söylediklerinin arkasında durup sözünden dönmeyenlerin hapis edildiği ve suçlu olanın ölmesine göz yumulabileceğini söyleyenlerin ve hatta buna bizzat göz yumanların olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bir filmde anlatılanların gerçekliğini düşünmek mi? Biz devam edelim...

Artık son sınıf öğrencisi olduğum için zamanımı okula gidip derslere girmek yerine evimde oturup okumak, yazmak, izlemek, dinlemek gibi atraksiyonlarla geçiriyorum ki çok güzel bir bitirme tezim, 4.dönemden kalma derslerim ve yeni dönem vizelerim, finallerim falan var, yok değil. Bunu mesele etmiyorum tabi ki. Eğitiliyorum işte, ya onlar sıkılacak ya da ben onların anlattıklarından zevk almaya başlayacağım. Garip bir ön sevişme yaşıyoruz yani. Her neyse...

İzlediğim ve haklarında atıp tutmak istediğim filmlere geçelim. Ayrıca spoiler uyarısı da yapmalıyım, bazı yerlerede az çok bahsetmeden geçemeyeceğim şeyler var çünkü.

Ex Drummer (2007): Belçika yapımı bir Hardcore. (hardcore genelde anlamı dışında kullanılır müzik piyasasında ki zaten bahsettiğim de o hardcore değil, Max Hardcore diyeyim anlaması gerekenler anlasın) Ex Drummer saldırgan bir film ve seyircisinin izlerken veya izledikten sonra ne düşündüğüyle zerre ilgilenmiyor. İzlerken rahatsız eden (bittikten sonra da rahatsız eden) son sahnelerindeki müziklerle coşturan bir film.

Engelli 3 adam bir grup kurup yapılacak olan müzik festivaline katılmaya karar verir ve bir davulcuya ihtiyaçları vardır. Kendileri gibi engelli birini bulup gruplarına katılmasını isterler. Bas çalan Jan Varbeek'in sağ kolu kaskatıdır, gitarist Ivan Van Dorpe neredeyse sağırdır ve solist Koen De Geyter ise genç kadınları dövmekten zevk alan bir sapıktır. Davulcu olarak aralarına katılmasını istedikleri ülkesinde tanınan bir yazar olan Dries'da sevgilisi yanında olmadan başkalarıyla sevişemeyen ve toplumsal mantıktan kendini soyutlamış biridir. Yine de elle tutulur bir engeli olmasının gerektiğini söyledikleri zaman davul çalmayı bilmemesini öne sürer.

Film boyunca normal diye nitelendirebileceğiniz tek bir insan karşınıza çıkmıyor. Bazen filmi durdurup bir önceki sahneye dönüp "şimdi burda olan ne" diye kendi kendime sorduğum anlar oldu. Konuşulan lisan da biraz rahatsız etti beni, bilmediğiniz dillerde film izlemek her zaman gariptir zaten. Bunun dışında Ex Drummer görsel açıdan muhteşem sahneleri barındırıyor, (Koen De Geyter evinde hep tavanda yürürken görülür.) karakterler ahlak denilen şeyden zerre bahsetmiyor ve loser edebiyatını gözünüze gözünüze sokuyorlar film boyu. Kendinizi özdeşleştirebileceğiniz hiç bir karakter yok bu filmde (sanmıyorum ki ben özdeşleştirdim yahu diyen biri çıksın) ama nasıl oluyorsa karakterlerin hepsini çok seviyorsunuz çünkü hepsine çok acıyorsunuz. Sonuç olarak beğendiğim ve izlediğime pişman olmadığım bir yapımdı Ex Drummer.

Bağımsız Avrupa Sineması'nın loser edebiyatını sevmeyen, içinde sevgi ve erdem unsurları olmayan, sonuç bölümünde elle tutulur bir mesaj verme kaygısından uzak filmlerden zevk almayanların "ne boktan filmdi lan" diyerek bana küfür etmemesi için şöyle bir uyarı yapmalıyım; "Midesi hassas olanlar izlemesin."

Diario de una ninfómana (2008): Dilimize "Bir Kadının Seks Günlüğü" diye yanlış adapte edilen film aslında "Bir Nemfomanın Günlüğü" adını taşımakta. Seks bağımlısı olan Valére Tasso her şeyin aşırısı fazladır diyen insanlardan. Filmde her şeyin aşırısını yaşayıp normale dönmeye çalışan bir kadın anlatılıyor ki ben severek izlediğimi belirtmek isterim. Filmi Valére'nin belli bir dönem kocası olan Jaime karakterini oynayan pek sevdiğim Leonardo Sbaraglia'nın adını gördüğüm için izledim. En la ciudad sin limites, El rey de la montana ve Concursante filmlerinden aşinalığım olan arıza karakterleri canlandırmak için yaratılmış adam dediğim Leonardo Sbaraglia bu filmle yine hayran bıraktı kendine.

Güzel bir kadının bir çok erkekle birlikte olarak hayatındaki eksikliği haz almakla doyurabileceğini sanmasını anlatan bir film değil bu, sakın bu kadar basit bir konusu olduğunu düşünmeyin. İlk cinsel deneyiminden hiç zevk almayan genç Valére'nin "bunun böyle olmaması gerekiyordu" diyerek dizginleri eline almasıyla başlayan film o kadar garip yönlere gidiyor ki bu kadının burda ne işi var diye kendinize sorduğunuz anlar oluyor. Filmin genelinde bir çok klişe olması bazen eleştirel yaklaşımlarda bulunmama yol açtı. Valére'nin hikayesini sevinerek, hak vererek, üzülerek ve tebrik ederek izledim. Filmde; bir erkeğin kendinden önce başka erkeklerle birlikte olmuş bir kadına aşık olsa bile, yeri geldiği zaman ne kadar hor ve küçümseyen bir gözle bakabildiğini, bunun dünyanın neresinde olursanız olun aynı olduğunu ve bu erkeklerin hepsinin beyin kimyalarında bir sorun olduğunu ayan beyan görebiliyorsunuz.

Aynı şekilde yaşadığı hayattan pek de memnun olmayan bir şeylerin yanlış olduğunun anlayıp yalnız kaldığının farkına varan kadınların ne yaptıklarından emin olmadan bir yüzüğe, evlilik denilen aldatmacaya nasıl kapılıp da gittiklerini de görüyorsunuz. Bu ve bunun gibi önemli ayrıntıların pek de üzerine gidilmeden geçildiği, derinlemesine işlenmediği de belirteyim. (ki ben yönetmen olsam Valére'nin seviştiği her adamla neler yaptığını uzun uzun göstermek yerine biraz daha kendi kendine kaldığı anlara yoğunlaşırdım.) Açık olmak gerekirse bazı yerlerde gereksiz abartıların da olduğunu söylemek gerekir. Durak gibi bir yerde oturan adamla göz göze gelip adamı peşine takmak izbe bir yerde ayak üstü bir posta falan. Bazen yok yahu bu kadar da olmamıştır diyorsunuz yani. Yine de çok sıcak bir film (her anlamda) pek fazla bir şeyler beklemeden izlemek lazım ki bağımsız kadın filmleriyle konulu porno arasında gidip gelen bir film olduğunun belirtildiği bir çok yorum mevcut.
Me Mére (2004): Christophe Honoré'nin yönettiği film bilindik fransız filmlerinden çok uzak, ayrıca izlerken eksik bir şeylerin olduğu hissini uyandırıyor. Louis Garrel oynamış diyerek bir göz atmak lazım dediğim film o kadar da ahım şahım olmamakla birlikte yine de belli tabuları altüst etmesi göz önüne alınarak "eh yine de iyiydi" şeklinde niteleniyor gözümde.

Annesi sadist zevklere sahip bir hayat kadını olan Pierre büyükannesi ile büyümüş dindar bir çocuktur. (kendi kendine incilden pasajlar okuyan, tanrıya yalvaran cinsten) Pierre yaz gelince anne ve babasını ziyaret etmeye karar verir ve yanlarına gider. Birbirlerine kötü ve kaba davranan ebeveynleriyle tanışan Pierre babasından pek haz etmese de annesine saygı duyar ve annesini babası gibi bir adamla evli olan bahtsız bir kadın olarak görür. Bir trafik kazasında baba ölür. Pek büyük bir trajedi sayılmasa da bu 16 yaşındaki genci etkiler. Annesiyle daha çok yakınlık kurmak ister ama bu yakınlık hiç de onun düşündüğü şekilde olmaz. Babasından daha sapkın olan annesi oğlunu kendi yaşadığı sadist seks hayatının içine doğru çekmeye başlar.

Filminin devamında aile kavramının altüst edilişi göz önüne seriliyor. Anne ve oğlun birbirlerini arzulaması ve anne için hiç de iyi bitmeyen bir sonla bu arzunun nihayetine ulaşmasını izliyoruz. Arada bir çok aksak karakterle karşılaşıyoruz ve Pierre'in içine çekildiği bu hayattan kurtulma çabalarını ama bir yandan da bu hayatın onun gözünde yüceldiği anları görüyoruz.

Filmin sonlarına doğru bizim (en azından benim) için güzel anlamlar taşıyan The Turtles'ın So Happy Together'ı gibi güzel bir parçayı çok alakasız bir manaya gelecek şekilde dinliyor ve aklımıza o şekilde kaydedip "ah be Garrel bunu da yaptın ya artık..." diyoruz. Tabi filmin aklınıza bu hoş sahne ile kazınması için Louis Garrel hayranı olmanız lazım o ayrı konu.

Antichrist (2009): Lars von Trier filmini daha vizyona girmeden merak etmiştim nasıl bir şey olacak acaba diye. Gainsbourg ve Dafoe başrolde yahu iyi, güzel, süper olur herhalde demiştim. Az bile kalır okuyucu az bile kalır! İzlerken rahatsız oluyorsunuz, korkuyorsunuz, üzülüyorsunuz, karakterlerden hem nefret ediyorsunuz hem de hak veriyorsunuz. Film bittikten sonra iyi ki bitti diye derin bir nefes alıyorsunuz ama sonra da bir daha izlesem mi diye düşünüyorsunuz.

Çocuğunun ölümünü kabullenemeyen annenin eşine "sen zaten her zaman ilgisizdin" şeklinde suçlamaları ile başlayan film ilerleyen dakikalarda aslında suçlunun anne olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamanıza ve sonunda gerçekten de annenin suçlu olduğunun gösterilmesiyle son buluyor.

Filmdeki hikayeyi anlatmak yerine izleyip kendi yorumunuzu yapın demek istiyorum. Zaten bahsettiğim filmler arasında en beğendiğim ve hakkında laf etmenin gereksiz olduğunu düşündüğüm tek film Antichrist oldu. Hikaye bir yana görsellik muhteşemdi. Özellikle film başlarken Tuva Semmigsen ve Barrokksolistene performansıyla Rinaldo'dan Lascia ch'io Piagna eşliğinde siyah beyaz sahneler çok etkileyici olmuş. Bana biraz da Tarsem'in The Fall'undaki açılış sahnesini hatırlattı.

İzleyin, izleyin ve izleyin diyorum ama yine de cinsellik ve aşırıya kaçan kanlı sahneleri izleyemeyenler, yani midesi sağlam olmayanlar izlemeden önce bir kere daha düşünsünler demeden geçemiyorum.

İzlediğim filmler hakkında atıp tutmaya vol.3 ile devam edeceğim. Ayrıca bu kadar uzun bir yazıyı okumaya vakit ayırdığın içinde teşekkürler okuyucu. Sevgiyle kal.

28 Ekim 2009

son zamanlarda duyduğum tek işe yarar fikir;


"Tüm kritiği, teoriyi,akademiyi,sokağı bırakıp bir manav açacağım Oslo'da ya da Heidenberg'te."

..ve son zamanlarda gördüğüm en güzel fotoğraf;

27 Ekim 2009

Seni Çok Seviyoru(m)z David Arthur Brown!

Öncelikle Brazzaville'i sevmeyen ölsün demek yerine Brazzaville'e bir şans vermeyen domuz gribi olsun demek isterim. (ki hemen çıkarma tırnaklarını, burnuma hamle yapma! N1H1 nedir ki biraz üstüne düşersen her şeyi bozduğun gibi grip mikroplarının da asabını bozarsın)

Mütamadiyen dinlediğim ve her ne kadar 2M1C "sürekli dinleyip tüketme şarkıları" dese bile vazgeçmediğim Brazzaville, Tiersen'den sonra "evlensek mi Mimiciğim yahu" dese peşinden Vegas yollarını aşındıracağım David Arthur Brown'ın naçizane grubu malumunuz. ("kısa cümleler kur Merve" diyen bir edebiyat hocam vardı Müzeyyen Hanım, blog sayfamı okusa verdiği 100lerin içine oturacağı kesin)


David Arthur Brown Brazzaville'in dağıldığını duyurup artık solo çalışacağını belirtmiş aradan pek de uzun bir zaman geçmeden bildiri kıvamında bir mektup yayınlayarak gurubun dağılmadığını söylemiş ve dinleyicilerinden özür dilemişti. Solo çalışmaları devam eden Sayın Brown'ın albümü an itibariyle çalma listemde yerini almış bulunmakta.

Saygıdeğer yarenim FSD dün haber vererek korsancılıksa korsancılık, konserlerine gider telafi ederiz ki mantığıyla albümü edinmemi sağladı. Yine de ilk olarak Brazzaville'in bir kaç parçasıyla ısınma turu attım. Hani nasıl birşeyle karşılaşacağım belli değil, zaten hep ya sevmezsem diye çok korkarak dinlerim bazı albümleri. Severek dinlediğin adamlar yeni albüm çıkarır hemen dinlemek istersin falan, benim için o olay tam tersi işte, "oha ya beğenmezsem ne olacak" şeklinde paranoya yaparım önce. Eski albümlerden sevdiğim parçalar ile başlarım, biraz ısınırım "amaaan güzel değilse de değil eski parçaları yeter bana" diyecek kıvama gelene kadar takılırım o şekilde. Bu sefer de öyle yaptım önce Brazzaville ile başladım ardından dayandım Brown'ın albümü Teenage Summer Days'e. Çok da beğendim çok da sevdim aşkım depreşti falan. (abartıda sınır tanımayan bir insanım kafanı yorma oku geç oku geç, burda işler böyle yürüyor.)

Favori parçalarım Teenage Summer Days, Barcelona, Fallujah, Morning Sun ve Hotel Devman (höh zaten 11 parça var yarısını beğenmişim evet) Albüm ülkemizde piyasaya çıkar mı çıkmaz mı bilmiyorum. Daha Amazon'da da görmedim. Edineceğim bu albümü evet.

Tadımlık parçalar koyuyorum tabi ki en kısa zamanda albümü dinlemenizi tavsiye ederim, saygılar.


Fotoğraf: ntvmsnbc.com

17 Ekim 2009




Sabah gazetelere bakarken bir dizi oyuncusu rol arkadaşına aşık olmuş, nişanlanmışlar diye bir habere gözüm çarptı. Yahu sizce de bizim ülkemizde gerçekten de sıkca karşılaşılan bir olay değil mi bu? Dizi çekiminde aşık ol sevgilini, eşini terk et rol arkadaşınla birlikte olmaya başla, çünkü biz aşık olduk falan diye açıklamalar yap. Açıkcası bana çok garip geliyor, tabi ki insanlar aşık olur ama düşünüyorum da bizde ki oyucu diye geçinen tiplerin profesyonellikten bi haber olmasıyla ilgili bir durum olsa gerek bu. Rol yapmayı beceremedikleri için her öpüşme sahnesini, dram dolu aşk hikayesini gerçek addedip, süregelen hayatlarında saçmalıyorlar. İnsanlar garip. Allah mesut etsin tabi.



11 Ekim 2009

Great Pan is dead!

The Rocket Builder çalarken, Gael Garcia Bernal gözyaşlarına boğulmuş bir şekilde koşarak sokağa atar kendini, önünü göremez, duvarlara tutuna tutuna ilerlemek zorunda kalır, insanlar sanki onu görmüyormuş gibi geçip giderler yanından, kimsenin umurunda olmaz,kafasını kaldırıp gökyüzüne bakar ne bir bulut oynuyordur yerinden ne de tek bir kuş vardır havada süzülen, yere yığılır gibi çöker oturur dayanağı olan duvarın dibine, ellerini yere koyup avuçlamak ister dünyayı, ama kalın parke taşları engeldir, uzanamaz parmakları toprağa, sağına soluna bakar sonra yine başını kaldırır gökyüzüne, hala kimsecikler yok, kalır olduğu yerde, duvara sığınır. Eve dönmek istemez bir daha, orada yitip gitmek için dua etmeye başlar.



09 Ekim 2009



31 saattir uyumadım ve hala matematiksel hesapların peşindeyim.

Çok okuyan mı bilir çok gezen mi okuyucu? Dur sakın cevap verme hileli soru bu. Ayrıca paran yoksa ne okuyabilirsin ne gezebilirsin? (soru işareti yanlışlıkla koyulmamıştır, uykusuz olmam yazım hataları yapabileceğim anlamına gelmez, düşme bu gaflete şunun şurasında hatrı sayılır bir mazimiz var seninle, canım okuyucu.) Ya da vazgeçtim, zaten düşünüp de bir şeyler yazıyor değilim şu sayfaya kaç yıldır, hiç de öyle soru cevap, kültürel ve sosyal mesaj kıvamında zırvalayamam.

Gidecek konser, görecek film-oyun, dinlenecek albüm, hayran kalınacak sanat eserleri yok hiç derken; kendi ukalalığımın içinde boğularak bir yazı daha heba ettim gitti, tembellikte çığır açtım. 1-2 haftalık tatil kaçamaklarında bile sezon sezon dizi izleyip, yığılan kitaplarını bitirme hevesinde biri olunca zor zaten eğlenip gülmek falan. Plaja gidip "neden bu kadar çok kum var amk, ağzım gözüm kum oldu" diyen birinden sen daha ne beklersin okuyucu? Zaten bir şey beklediğin yok biliyorum, bekleme zaten 789!

- Sabah sabah bu sinir niye Mimiciğim?
- Okula gitcektim olm ben bugün, unuttum ama olsun güzel kahvaltı ettik demi?
- Moore.
- Hea!?
- Moore-Kutcher? Değişti mi ki soyadı?
- Tadım kaçtı yemin ediyorum!

Taksim ne hale geldi öyle peki? Ona ne diyorsunuz? Hani nedir her gün kullandığın bankamatiği yakıp converseler, nikeler geçirilmiş ayaklarınla camlara tekme atmalar falan. Soruyorum, ne yani sen hiç kullanmıyor musun bankaları da gidip marjinal eylem deyip vandallığın gözünü çıkarıyorsun. Açsana bi cüzdanını allahaşkına nedir olay bir bakalım, bu kadar radikal eylemlerde bulunan insan gerçekten soyutlamış olmalı kendini evrensel toplumdan, yoksa bu hareketlerin sahibine vandal olduğun kadar aptalsın da derim, hiç çekinmem.

- Ya tabi, git sor bunları anında dalsınlar sana orda, kim misketlediye git.
- Ahaha kim misketlediye git ahahahakckdlsflkşs. İyiydi bu evet,öpüyorum alnından.

Ne oldu? Gidip gezi parkındaki eski kitaplara, afişlere, plaklara dadanıp sarı kokulu eşyaları elleyemedik! Sahaflara gitmek lazım artık, vakit bulabileceğiz de sanki, peh!

Müzik de dinliyorum tabi, Deathstars'ın yeni albümünü dinlemeyip, Rammstein'ın Pussy'sini izlemeyen kalmamıştır umarım. Eskilere dönüp Mando Diao dinlemek isterseniz de sorun olmaz yani. Ardından bir de The Darkness, ki ne güzel gruptun sen be The Darkness. Hatta => :( The Darkness.

Yahu zaten bu blogu okuyan minik kitlemin büyük çoğunluğu (okuyucu sayısının az olmasını eleştiren ve suçu kendisinde aramak yerine "aman okumayan okumasın lan" diyerek çirkefleşen yazar betimleyişi.) LastFm'de arkadaşım, açın bakın azizim, ben bakıyorum ara sıra sanatçı araklaması yapıyorum ki Cem senin sayfandan hiç bir sanatçı araklamışlığım yok bak, o ayrı konu. (vaaay okuyucuyla direkt muhabbete girmek, breh breh...) Breh breh ne lan sadfafdakkalfaş:D Çok eğlendim bir an, neyse

Saat 11 olmuş ki bence giderim okula bugün, evet. Araya 1-2 fotoğraf da sıkıştırıp kalkıyorum.
Öperim,saygı-sevgi, esen kal.





29 Eylül 2009

Leningradskoye Optiko Mechanichesckoye Obyedinenie


Lomo akımı diye birşey var malum, fotoğrafla az biraz ilgilenen herkes bilir. Yine de biraz aşinalık için bakınız: The First Photo Bender

Bir zamanlar ben henüz lisedeyken (5 yıl öncesi) lomo ile fotoğraf çekiyor olmak demek farklı bir kültüre ait olmak demek sayılıyordu. Gel gelelim ben bu lomoları abartıldığı kadar ilginç bulmamakla beraber, film banyosu zorunluluğu nedeniyle meşakkatli bulur " polaroid makineler daha iyi" derdim.

Sonuçta lomo ile çekilen fotoğrafların herhangi bir eleştirel yanı olmazdı ve bu nedenle "karmaşık sanat fikirleri olan aşmış, sorunlu sanat aşığı gençlerin" bir nevi kimlik kartı sayılırdı. Sanırım hala da öyleymiş. Derinlik, kavrayış, ışık vs vs. lomolarda önemli değildir, hatta eliniz titrerken çektiğiniz fotoğraf farklı bir sanat akımının temsilcisi sayılabilir. Zaten lomo ile çekilen fotoğrafın olayı hatalı olmasındır. Şimdinin fotoğraf programlarıyla, dslr ile çektiğini fotoğraflarınızı sanki lomo ile çekilmiş gibi gösterebilirsiniz. Ki daha ucuz ve daha pratik bir yoldur bu. (ben yapıyorum çünkü)

Fotoğrafı sanat akımlarına heba etmek ne kadar doğrudur tartışılır, gerçekten çok basit bir makineyle harikalar yaratılacağı gerçeğinin farkında olmak lazım tabi. Fotoğraf çeken adamın "fotoğraf bir sanattır evet ama kişisel bir sanattır" demesi gerekir her şeyden önce. Deklanşöre kendiniz için bastığınız gerçeğini unutup bir yerlere ait olmak isteği ile fotoğrafla ilgilenmek... Bilemiyorum, bazı şeylerin kalıplaştırılmaması lazım bence. Lomo makineleri "belli bir statüsü var yahu" deyip alan insanların olduğu gerçeği beynimi yoruyor, gerçekten.

Bu arada bende Lomo almak istemiştim 1-2 yıl önce, çünkü adam gibi bir polaroid bulamamıştım. Biraz da var olan makinelerime bir kaç tane de farklı bir şeyler eklensin isteğimle alakalıydı bu. Hocalarım bu makinelere en fazla 40 lira verilebileceğini ki bu paranın bile çok fazla olduğunu söylemişlerdi. Nedense her gittiğim yerde 80-200 arası değişiyordu fiyatlar ve Çin malı olup olmadığı da belli değildi. Duyduğuma göre (bugün konuştuğum arkadaşlarımdan öğrendiğime göre) hala aynı şekilde devam ediyor Lomo'nun olayı. Liseli gençlerin deliler gibi kapıştığı bir makine olup ayağa düştüğünü iddia eden bir Lomo aşığı arkadaşım üzülerek katıldı konuşmaya ve "herşeyin de bokunu çıkarıyorlar zaten" diyerek son noktayı koydu sanırım.

Bense hala polaroid makineleri savunuyorum, nostalji polaroid makinedir diyorum. Yeniden piyasaya sürülüp genellemelere konu olmadan alacağım bir tane.

25 Eylül 2009

Blog sayfası böyle görünecek artık alışabilirsin. (6-7 ay kadar)

Filmler izliyorum ki okulun açıldığı gerçeği biraz olsun aklımdan uçup gitsin. Pek işe yaradığı söylenemez belki ama çok güzel afişler biriktiriyorum en azından onunla avunuyorum.


3'ün 5'in hesabını yapıp toplamın 8 olduğunu sanmaktır hayatta başarısız olmak. O yüzden toplamada pek iyi değiliz, yine de idare ediyor muyuz?


Geçen gece sabaha kadar oturup konuştuk, sonuç olarak uzun zamandır kıçlarımızın üstüne oturup hiçbir şey yapmadığımızın farkına vardık. Dışardan bakanların "what a character" diyebileceği tipler olduğumuz su götürmez gerçek, ama görünüşün aldatıcı olduğunun bilincinde olanlar için sadece basit birer ayrıntıyız.


Bu sene bitiriyor olduğum okulumun üstüne bir kaç bölüm daha okumak niyetinde olduğum aşikar. Çok bilen birine göre bu kabul etmek istemediğim şeyleri görmezden gelmek istememle alakalıymış. (öğrenciliğe takılıp kalarak büyüdüğün gerçeğini göz ardı edebileceğini mi sanıyorsun Mimi?) Bense bunun bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme isteğimle alakalı olduğunu düşünüyorum.


Bayramdan kalan sütlü bonbonları yiyip üstüne likör içiyorum. Sonra da türk kahvesi pişirip köpüğüne parmağımı batırıyorum, telve hesabına bakarak gelecek çeteresi çıkarıyorum. (bonbon ne kadar güzel bir kelime dimi lan, bonbon demek bile mutlu ediyor beni.)


Bu arada aranızda hala In Bruges izlememiş olan varsa kendisini kınadığımı belirtmek istiyorum.


Geçen ay bir gece vakti "hadi komik ve dramatik crime filmleri izleyelim" deyip en küçük kardeşimle ekran başına geçtiğimiz saatler boyunca izlediğimiz filmlerin arasında açık ara 1.liği eline geçiren In Bruges'u izlemeyen hemen izlesin. Son 4 yılda izlediğim filmleri düşününce, izlediğim en iyi 4 filmden biri diyebilirim. Ki o gece az film izlemedik; Snatch, RocknRolla, Lock, Stock and Two Smoking Barrels, Revolver... (evet Guy Ritchie hayranıyız, doğrudur.)


Zıkkımlandığım 6.cı bonbonum da ağzımda eriyip giderken, hala David Bowie dinliyorum. Ölmeden canlı canlı izlememiz lazım gelen insanlardan biri de kendileridir. Gerçi Cohen geldi de ne oldu diyorum artık. (Gidebildik mi para bulup? Hayır!..) Yine de hayal kurmaktan zarar gelmez be okuyucu. O kadar upload ettim dinleyin parçayı. ki sanki önceden de koymuştum ben bu parçayı, bir an öyle bir düşünce belirdi ama geçti gitti sonra hemen. Olsun sen yine de dinle. Sevgi saygı, öperim.


David Bowie & Maynard James Keenan - Bring Me The Disco King

13 Eylül 2009

Not:

revizyona girdim, kendi açlımımı yapacağım!. değişecek bu görünüm alışıyım deme, öptüm.



06 Eylül 2009

Yaz bitiyor mu ne?



O zaman buyrun birlikte uğurlayalım. (play dedikten sonra okumaya devam ediyoruz klibi de izliyoruz arada)


Beirut - Elephant Gun

Tatil gereğinden fazla abartılan bir oyun sadece, yoksa insanın dinlenmek için başını alıp uzaklara gitmesi denize girip kumda güneşlenmesi gerekmez. Ama yine de besleyici bir eylemdir.

- Sen şimdi tatil mi yaptın sanıyorsun?
- Selam Rudolph özledin dimi beni ehehe:)
- Ordan oraya bilet alıp sağdan soldan eski püskü şeyler toplamak mı yani tatil.
- Sana süper bişi aldım ama bak, görünce delireceksin.
- Sabahtan akşama kadar "akşam çayı" faaliyetlerinde bulunmak mı tatil?
- Sen beğenmezsen ben kullanırım gerçi iyi tütün bulmak lazım ama olsun, olanla idare ederiz.
- ipoda 5 sezon dizi doldurup etrafındakiler yerine minicik bir ekrana bakmak mı tatil?
- Ooouv yeni sezon 21 eylülmüş yaa, nasıl bekliycez bende bilmiyorum Rudolph:(
- Birde arayıp soranlara çok eğleniyorum deyip kendini kandırmıyor musun?
- En azından soranlara neler yedim içtim onu anlatırım.
- Yeşil fosforlu kalem ne peki, punk mısın sen!..
- Punk olmaya kilom müsait değil ama yine de sağol Rudolph:)
- Uuff herneyse, ne aldın göster bakayım.

Haziran hakkında konuşuyoruz, çünkü daha iyi bir konumuz yok. Kaç zaman daha yanyana durabiliriz acaba, bilmiyoruz. İsviçreli bilim adamlarının "insanın insana tahammülü" başlıklı bir çalışmaları var mıdır?

- en çok neler(in)den nefret ettiğimle ilgili notlar alıyorum, okumamı ister misin?

Televizyonun sesini kıstık, Sinatra açtık yerine, reklamlarla kafa buluyoruz...

Msn iş toplantıları için yapılmış bir naneydi zamanında deyip her kelimeden sonra enter a basma eylemlerimizi sürdürüyoruz.

Ayrıca, "aids is a mass murderer" sloganlı kampanyayı canıığ gönülden destekliyoruz.

Hayatta olduğum sürece ne yaşadığım umurumda değil demek eskisi kadar gerçekçi gelmiyor. Bu yüzden kalan ömrümü bozuk para olarak geçirmek istiyorum. Şıngır mınıgır evet:D

Saygılar okuyucu öperim.



13 Ağustos 2009



Ben, topluma yarar sağlayacak işler yaparken, zamanında... Patronum diyebileceğim bir insancık vardı bir tane, her saat başı "olmadı, olmadı baştan alıyoruz, böyle giderse bu iş bitmez arkadaşlar,lütfen biraz daha özen gösterelim hep birlikte başaracağız bunu..." gibisinden olumlu tavır barındıran olumsuz cümleler kurup çalışanlarını motive etmeye çalışırdı.

Bende bir kaç bir şeyin içine ettiğim dönemlerde aynı tavrı takınsam belki her şey farklı olabilirdi(?)

"Kestik, baştan alıyoruz! Bu sefer kurbağa yutmuş gibi sesler çıkarma lütfen."
"Laaan, orda öyle mi yazıyor? (...) Yazabilir! Ama vermek istediği duygu o değil, mahalle bakkalından 2 ekmek 1 sigara istemiyorsun!"
"Bu sahneyi adam gibi çıkarmadan gitmiyoruz bir yere, akşam yemeğini de unutun tamam mı!"
"Hayır olmadı, baştan alıyoruz! Orospusun sen biraz daha hüzünlü ama edepsiz görünmelisin, tarlabaşına mı götürmemiz lazım illa""
"Kestik! Arkadaşım kendin gel Hamlet provası değil bu."
"Kestik, kestik!"

Sonuç olarak o iş benlik değildi sanırım ya da gerçekten ekip de iş yoktu. (ki bu daha olası tabi ki) Arada sırada karşılaşıyorum bağırıp çağırdığım tiplerle, sıkı fıkı dostlar olmasak da "aaa naber cağnıım, nasılsın Mimiciğim, neden yoksun ortalarda, bak geçenlerde ne oldu...." gibisinden muhabbetlere giriyoruz. Alkol varsa ortamda sorun olmuyor.

Patronum diyebileceğim insanımsı ile benimle aynı dönem vakit geçirmiş olup da hala görüşen bir Allah'ın kuluna da rastlamadım, gariptir.


Bugün İstanbul'da gezdim tozdum az işim vardı onu hallettim, yedim içtim vs falan. Bunlar neyse de İstanbul gibi bir yerde, iğne atsan yere düşmeyecek farklı mekanlarda aynı kişiyi 3 kere gördüm. Gariptir hani bir kere çarpışırsınız biriyle pardon der geçer gidersiniz ikinizde, ama aynı gün aynı kişiye farklı mekanlarda rastlamak... O değil, karşımdakinde de bende olduğu gibi "acaba sapık mı takip mi ediyor beni" diye bir düşünce belirdi eminim.

Mavi tişörtlü, sarışın(adının Tuğberk, Arda vb. olduğunu tahmin ettiğim insan evladı)küpeli çocuk; gün içerisindeki ilk çarpışmamızdan sonra 3 kere daha karşılaşmış olmamızın tek bir açıklaması var ki o da aynı yol üzerinden malum caddeye ulaşmayı seçmiş olmamız veya yanımızdakilerin bizi bu yönde ikna etmesidir. Yine de çok şaşırmayalım yani diyorum, belki bakarsın yine karşılaşırız ki o zaman ben senin gibi bön bön bakmayıp yanına gelirim, emin ol!

İstanbul Üni. iletişim fakültesinden çıktık abi, yürüyoruz yemek yiycez açız falan. Okulda işimiz de bitmedi hani geri dönmemiz lazım, yakınlarda bir yer bulalım da zıkkımlanalım fikrindeyiz.

- Lan burda kuru fasulyeci yazıyor, başka bişi yok mu?
- Saftorik, kurufasulyeci yazıyor olabilir bir tek fasulye satılmıyordur orda.
- Ya olm tamam da ben kurufasulyeci yazan bir yerde yemek yemem ki?
- Yuh! Öküz... Ananın karnından frakla mı çıktın.
- Ya burger yok mu ki burda.
- Senin var ya ağzını burnunu kırarım, genetiği değiştirilmiş et yersin mis gibi kuru fasulye yemezsin. Çarpılırsın lan!

Kuru fasulyeci bilmem ne ustalardan birine girip yedik yemeğimizi. Fasulye yemedik tabi. Arkamızda oturan Espanyol fıstıklarına laf atalım mı diye düşündüm ama yanlarındaki hayvan heriflerden çekindim. Sonra yan masaya İngiliz bir çift geldi yarım saat ne yiyeceklerine karar veremediler, "Laaaan!" dedim "Kuru fasulye yeyin işte mis gibin!" deyip dikkatleri üzerime çektim, sonra hesabı istedik. Belki tabağımızda kalanları atar bunlar, belli olmaz diye artıklarımızı sokaktaki kedilere yedirdik.

Tramvaya bindik, Kabataş'a geçelim oradan da ver elini Taksim planları var kafamızda. Sıkış tıkış vagoncukda salla sallana giderkene bir hanım kızımız "biraz çekilir misiniz!" dedi sinirlice. Arkasında duran sapık etiketi yemiş çocukcağız da önce dondu kaldı, sonra kaçabildiği kadar kaçtı o sıkışıklıkta gerilere, artık küçülüp aşağılara doğru yitip gitmiş de olabilir, bilemiyorum. Küfür edesim geldi,tuttum kendimi. En fazla 15-16 olduğunu tahmin ettiğim bebeklik kilolarını hala verememiş tombik çıtır kızımız önce saçlarını düzeltti sonra 30 küsür yaşına gelsem belki bir ihtimal giyerim diyebileceğim desenlerdeki fırfırlı eteğini, üzerinde sanki bir şey varmış gibi elinin tersiyle temizledi, Sirkeci'de indi. Bir kere daha küfür edesim geldi ama yine tuttum kendimi.


*Fotoğraf: Burak Cingi - Stop A Stranger

03 Ağustos 2009


Bu eğlenceli işi film çeksin diye eğitilmiş yeni mezun bir genç adam hazırlamış. Biraz da ortaya çıkan işin güzelliğinden dolayı parça akla düşmüyor değil. Özellikle en sondaki emptyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy harika olmuş bence. Parça da hoştur hani, myspace sayfasına arak yaptım bile :N

Ayrıca bunu offical video yapsınlar daha iyisi olamaz.

01 Ağustos 2009

Başka bir dil konuşabilmenin en güzel yanı...


...gıcık olduğunuz insanlara deli gibi küfürler savurabilmek. En iyi yanı da ingilizce fransızca veya ispanyolca küfür edersem sanki günah işlememiş, ayıp etmemiş gibi hissediyorum. (fuck off,va te faire foutre, vete a la mierda, hatta ve hatta casse-toi you fucking useless imbécil)

Beni kıran, üzen insanlar utansındır! Yoksa şu gördüğünüz melek gibiyim.

ÇukurNot: Çocuğum olsa bu bebeğe benzermiş, 5 kişi bu yönde oy kullandı, deneyip görmek için Patrick Petitjean ile randevulaştık, bakalım...

31 Temmuz 2009

Mevsimler çok çabuk değişiyor gibi.


Tamamen, yazmaya başlayabilmek adına aklıma gelen ilk cümleyi zırvalayışımdı bu. Ama kötü de durmadı, kırmayın kalbimi bunun için.

Bir 10-15 gün detoks yapacağım bünyeme. "Ah keşke" lerimle "belki sonra" larımı kafadan listeleyip "hadi canım ordan" ile başlayan cümleler kuracağım, savunma hattına adam çekeceğim, karşı kaleye yığıldı hepsi çok bi bok varmış sanki gol atabilecekmişiz gibi. Toparlayıp ayar çekmem lazım yoksa bir ani atak ile golü yiyeceğiz ve 90+ bilmem kaçıncı saniye de o an bitecek, düdüğü çalacak bir kendini bilmez. (tamam ya futbol izliyim bence, özledim herhalde alıntıya bakılırsa.)

Aslında çok yazasım var ama ne yazacağıma karar veremiyorum. Hani biliyorsunuz zaten sosyal mesajlar veya süpsüper açıklayışlar bulunmuyor bu sayfada. Olduğunca kişisel kusmuksal zırvalamasyon. Kusmuk dedim ya bugün uzun zaman önce farkına vardığım birşeyi yüksek sesle söyledim ki ev ahalisinin de bilgsi olsun. Kusmadan önce arka arkaya 3-4 kere hapşuruyorum ben (hapşurmak! tdk ya bakın bence, bilmiyorum tam.) Sonra ver elini klozet. İnsan rahatlıyor aslında ama o duruma gelmek kötü bazen.

Şimdi sana küçük bir soru soracağım.

"Herşeyin bir yeri ve zamanı olduğunu düşünmüyor musun?"

Bu arada kahvemiz de bitti.


29 Temmuz 2009

.


Kitap yazar gibi anti-tezler üretesim var.

- O dediğini Arthur yaptı?
- Schopenhaur?
- Evet.

Gidip biryerlerden bağırasım var. Hani yankılansın falan.

Makarnaaaaaaaaa! Şeklinde bir haykırış olabilir bu. İçinde bulunduğum duruma cuk oturur. (cuk oturmak ne ya cuk oturmak ne! hangi ağzı büzülesicesi bulmuş bu deyişi gelsin 2 çift lafım 5 adet çemkiriğim var olmadı fiziksel şiddet eğilimim var!)

Böyle bu akşam. Sabah canımı sıkıldı, akşam bezdim kendisinden, gece 00.00 sularında toparlanmayı düşünüyorum, hergün bir yılbaşı edasında geçiyor çünkü. (kendini yalancı durumuna düşürmek, ama pek de umursamamak)

- Ya niye HIM dinliyoruz, ergenliğe falan mı dönecez?
- La havleeeee. Bi git amk bi git!
- Sanki gerisini biliyorsun da. La havle'ymiş.
- I know it and i feel it just as well as you do honey it's not our fault if death's in love with us, oh oh, it's not our fault if the reaper holds our hearts, oh...
- Ya kes be tamam gidiyorum zaten, işim gücüm var.

Neden Leonard Cohen'in konser biletleri o kadar pahalı bir kere. Kime hesap sormamız lazım organizatörlere mi yoksa Cohen'in bizzat kendisine mi? Bizler o elit kesmin kıyısına dahi tutunamamış mı sayılıyoruz biletleri pahalı bulunca. Konser için verdiğin para mı belirliyor yani bu tür şeyleri.

- Kesim derken, elit?
- Çikolata markası, takılma sen.

Geçen gece pazar sabahları gülümsemeyi seven bir arkadaşımın bir başka arkadaşıyla muhabbet ettim. Bana; doğru olanın "ne olduğunla kim olmak istediğini karıştırmadan yaşayabilmek" olduğunu söyledi. Önce pek bir anlam veremedim, gecenin bu saatinde normaldir bu tür saçmalayışlar dedim ama ertesi gün uyanınca onun güneşli bir günü tüketirken bu cümleyi kurduğu gerçeği geldi aklıma. Keşke msn muhabbetlerini bilgisayarında saklayan türde insanlardan olsaydım dedim içimden.

- Evde şarabımız var içelim bence.
- Söz verilmiş şarap o.
- İyice saçmala, zaten alıştım ben aldırmıyorum artık.
- Bizim Cohen cdlerimiz nerde lan.
- Korsan cdleri diyorsun, bilmiyorum aramak lazım.

Gidip adamın bir kere bile orijinal cdlerinden almamak da aslında bir utanç nedeni olmalı değil mi? Ama onun savunmasını da yaparım bence. Bir cd parçasının maliyeti nedir okuyucu? Gerçekten bir cd'nin maliyeti nedir ve neden "emeğimin karşılığı" klişesine girmek yerine para kazanmayı düşünmez cd sahipleri. Bu konu hakkında araştırma yapıp beyin kıvrımlarımı gereksiz doldurasımda yok zaten. Daha gereksiz işler için yer ayırmak gerekiyor. Ne kadar daha yaşayacağım belli değil, bünyeyi yormamak lazım.

- Ki zaten Maya takvimine göre 2012'de kıyamet kopacakmış güzelim.
- Mayalar bu işlerden anlasalardı hala aramızda olurlardı Rudolph.
- Kuku diye piramit yapmışlar, ileri görüşlülüğü gör işte, gör de utan!
- Kukuul Kaan o, ve git başımdan.


26 dakika sonra bambaşka biri olacağım. Ajda Pekkan parçasını indirip yeni güne saniyeler kala dinlemeyi planlıyorum, (bariz bir yalan) ya da Sertab Erener'in söylediği buna benzer bir şey daha vardı onu indiririm (yalanı yalanla kapatmaya çalışmak?) O değil ne iğrenç esprilere gebe deyişler var bizde. (yalancı,mum,yatsı...) Aklından geçmedi mi? Bana yalan söyleme okuyucu, bu konuda Master derecem var!

Gidiyorum zaten, 12 dakika kaldı. Phaerdus, Pier ile gelecek televizyon izleyeceğiz.


Benimkisi de; "Kedilere ağlayıp, kuşların yasını tutmak..." zaten :)



28 Temmuz 2009

.

Çok kahve tüketmişim sanırım, geçen gün vurgun yedim.* Kahvesiz geçen 2 saat içinde nasıl oldu da sol frontal lobum burun deliğimden dışarı akıp etrafımdakileri dehşete düşürmedi anlamadım. Hiç inanmazdım şu" kahve içmeden kendime gelemiyorum, başım ağrıyor çok kötüyüm" diyen tiplere. Ama gerçekmiş özür diliyorum kendilerinden, bir daha bilmeden konuşmayacağım. Saygılar tüm kahve tiryakilerine.

- Kaçıncı fincan o Mimiciğim?
- Hmm 11 sanırım.
- E aferin.
- Sağol.

(fincanlar minik ama, coffe and cigarettes style!)

____________________________________________________________________________

Ehliyetimi almam için yatırmam gereken paranın toplamı 275liracıkmış.

Yazılı sınavı 80 ve üzerinden geçtim. (istikrarlı bir insansın Merve diyebilirsiniz.) Geçtiğimiz haftasonu da direksiyon sınavına girdim. Şanslı biri olduğumu söylerim hep ki doğrudur. MEB'in yolladığı komisyon üyesi ortaokuldaki müdürümdü. Anadolu lisesindeki son ortaokul dönemi öğrencileri olduğumuz için de tanınıyorduk tüm okulda veletler olarak. Gerçi beni soyadımdan tanıyıp "ablan ne yaptı, sen nerde okuyorsun şimdi, baban nasıl..." gibi sorular sordu ve sınav parkurunu muhabbet ederek geçtik. Dümdüz kullandım sanki sınav değil de ısınma turu atar gibi. 6 dakikacık kullandım arabayı ve geçtim sınavdan.

- Abla bana birşey yaptırmadı bunlar.
- Nasıl yani?
- Ne geri geri gittim, ne işaretleri sordular, ne kavşakta ne yapılır vs vs. Bir tek rampada durup kalktım.
- Daha ne istiyorsun geçmişsin işte.
- Ya tamam da belki ben manyağım, insanlara çarpmayı falan seviyorum araba kullanırken, ne bileyim belki bagaj kapısı nerden açılıyor onu bile bilmiyorum. İnsan birşeyler sorar yahu.
- Öff Merve manyak mısın?
- Bende onu diyorum ya olm, manyakmışım mesela, ne kadar kolay ehliyet veriyorlar öyle.

Aslında vermiyorlar. 40 lira Trafik Şube'ye, 20 lira Şöfeerler Cemiyeti'ne, 215 lira da Devlet'e vergi olarak ödemediğin sürece alamıyorsun ehliyetini. Ayrıca 40 lira yazılı sınav, 40 lira direksiyon sınavı ve 30 lira da sağlık raporu için veriyorsun. Birde kurs ücreti var.

- Sen şimdi ehliyetim oldu diye seviniyorsun yani öyle mi Mimi?
- Ne biliyim lan! Araba alcam daha onun da vergisi falan varmış.
- Bence manyaksın.
- Ehliyeti kiralayıp parasını mı çıkarsak.
- Bi sahtecilikten içeri girmediğin eksikti.
- Para bascaz demedik lan. Ehliyeti kiralıycaz.
- Heee senin para basma makinesine ne oldu?
- Daha yapamadım ama çalışmalarım sürüyor.

____________________________________________________________________________

Hava o kadar sıcak ki yapılacak en mantıklı şey denize girip evrimleşmeyi falan ummak sanırım.

- Evrim ileri doğru olan birşey, geriye doğru olan değil.
- La havle... Lan bi sus, yazdıklarımı okuma git kahve koy bana.
- Yaz yaz, o diyaloglar olmasa seni okuyacak adam bulabileceksin sanki. Sayfanın hitlerini bana borçlusun.
- Kahve getir Rudolph!

Yakında Bandırma'ya gitmeyi planlıyorum. İlk gidişim olacak bu. Bakalım. Oralarda bir yerde yüzülüyordur kesin, aldığım duyumlar o yönde. Hiç olmadı 5-10 günlüğüne Güney'e inmek gerekecek. Salaş pansiyonlar ucuz şaraplar... Hem yabancılık çekmiyor insan.

Bu sıcakta bilgisyar başında bu kadar oturuluyor sanırım. Bir kaç blog sayfası okuyup kaçıyorum. Uzun süre sesim çıkmazsa anlayın ki evrimleştim.

Gitmeden bugün baktığım eski bir kaç fotoğrafı ve fotoğraflara bakarken dinlediğim parçayı da ekleyeyim. Herşey siz okuyucularım için. Öperim.


Mark Seliger - Johnny Depp photoshoot 2003

* (kahveden vurgun yemek diye bir şey yok tabi ki de, yazar burda derinlik etkisi kazandıracak bir kelime aramış ama o derece donanımlı biri olmadığı için sadece benzerlikten yararlanıp okuyucuya bu kelimeyi kakalamış)

13 Temmuz 2009


En büyük hayalkırıklığımın ne olduğunu düşündüm bugün okuyucu. Akşam eve dönerken minibüsün canımdan yukarı baktım, balkonun iç demirlerine ip bağlayıp salıncak yapmış 12-13 yaşlarındaki bir kız gördüm. Önce gülümsedim sonra çok feci üzüldüm. O kız beni kahretti.

Üşengeçlikten yanımda taşımadığım fotoğraf makinem geldi aklıma ilk, ama bu nafile bir düşünceydi, düşünmek birşeylerin istediğiniz an da varolmasına yetmiyordu çünkü.

Yanımdaki bayana "sizin mutlaka kamerası olan bir telefonunuz vardır, rica etsem şu balkonda sallanan kızın fotoğrafını çekip size vereceğim adrese mail atar mısınız?" demeyi düşündüm. Tabi minibüs çoktan geçmişti kızın balkonunu. Zaten olmayacak bir düşünceydi dedim, iyi ki düşündüğümüz herşey o an gerçekleşmiyordu.

06 Temmuz 2009

Salonda spor yapan kokoş tiplere katıldım.

Tabi benim süpsüper eşofman takımlarım falan yok, tarzım değil. (tarzı değilmiş, haspam!)

Bir de üstüne para veriyorum, 2 gün spor (karmaşık böyle step bilmem ne vs.) 1 gün pilates.
Alt kat komşumuz da benimle geliyor tatile çıkmasına 3 hafta mı ne kalmış bir kaç kilo vermesi gerekiyormuş. (kiraz diyeti yapsana, akşama kadar klozette oturursun ama olsun işe yarar bir detox şekli.)

Bazen boş bir anıma denk geliyor ve;

- Mimi sende benimle gelir misin, arkadaş olursun bana.

...türündeki yaklaşımlara tav oluyorum.

- Olur gelirim 1 ay spor yaparım bende seninle.

Hadi bakiim, yolun uzun yavrucuğum.

...

Ehliyet sınavına girdim geçen gün. Çok kolaymış lan. Ehliyeti alırım yani kesin. Direksiyon dersleri de matraktı. Araba kullanmamın 2. günü transit yolda 5.vitesde gittim, gözetmenim "sen ilk kez araba kullandığına emin misin kızım?" deyip güldürdü beni. Dağa tepe tırmandım arabayla, eğimli yolmuş bozuk köy yoluymuş vs. zordu ama eğlenceliydi de. O yollardan sonra asfaltta bastım gaza, bastım gaza.

Eğitim aracımın adını da "Fıstık" koydum.

...

Bir arkadaşımla karşılıklı içeceğiz diye sakladığım bir şarap vardı (kaç ay olmuştu 9 mu ne) ellemiyordum ona hiç. Bugün açtım. Şarap yattığı yerden belli olurmuş hacı. Üstünü toz kaplasın falan sorun değil. Yatacak böyle sere serpe ahşabın içinde karanlıkta, en yavan şarap ortalama üstü olur.

1 şişe şarap = + 30dk. daha adımlamaca

...

Gelirim yine buralara, görüşürüz bence.


30 Haziran 2009

Evlenmek falan çok boş iş hacı.

Gerçekten bak, ayrıca çok da terbiyesizce sayılabilecek bir eylem bu.

Kız istemek mesela; kızın babasına "kızınızla yasal olarak sevişmek için izninizi istiyorum" demekten başka nedir ki?

Bi de adama çikolata ve çiçek götürüp gözünü boyuyorsun. Yuh diyorum sana yuh!

Bir sürü para dökülür, oraya buraya saçılır, tüketim çılgını olur aileler. Anne-baba bir de yatak odası alır kıza.

Sevişmek kadar doğal bir eylem yok. Anlıyorum da bu işi bu kadar kasmanın manası ne onu çözebilmiş değilim. Ki evlenmek yine de kabul edilebilir bir şey ama bu ev almak eşya almak, almak, almak, almak... Kafamın almadığı şey bu.

Yeni evlenen çiftler 1-2 ay sonra borçları yüzünden kavga edip ayrılmıyor mu? Ben mi yalnış değerlendirmeleri okuyorum yoksa bu aile planlamacıları sallıyorlar mı bir taraflarından.

Birini sevmiş ve evlenmek istemişsin (ki neden istenir bu? ömrümü seninle geçireceğim sana bağlı kalacağım seni ne kadar sevdiğimi anla demek içinse eğer gerçekten romatik bir olay kabul ederim.) peki yepyeni bir ev, eşyalar, banka kasasında saklanacak altın, incik boncuk vs neden. 100-150 kişilik davetler falan.

- Mimi?
- Efenim canım.
- Sen bunları anlayamazsın hayatım, o duygusal doyumsuzluk içindeki insanların anlayabileceği birşey.
- İltifat mı bu?
- Evet.
- Ehehe.

Biriyle aynı yaşamı tüketmek için ihtiyacın olan tek şey hoşgörülü olmak ve sevgini sakınmamaktır. Gerisi boş. İmza atıp, akşam yemeği falan da yersin ailelerle, çok istersen.





29 Haziran 2009

Hayatınızda istisna olmuş, size birşeyler katmış olan birilerinin öldüğü yaşta olmak garip.

Kanınıza kattığınız herkes sonsuzluk ve bir gün daha yaşayabilse...

Ve zaman kavga etmek istediğim tek gerçeklik.

15 Haziran 2009

Geceden korku. Gece olmamasından korku.

Ruhsal bir savaşımda, kendinin olanla dışarıdan geleni birbirinden ayırma saçmalığı (çok ağır bir söz).

Mutlak olana göre bütün bilim, bir yöntembilimdir. Öyleyse, su götürmez biçimde yöntembilimsel olandan korkmaya gerek yok. İşe yaramaz bir kabuk; ama Bir Olan’ın dışında bütün öbür şeylerden fazla bir şey değil.

Hepimiz bir savaş sürdürüyoruz. (Eğer, temel sorunun saldırısına uğrarasam, silahlarımı almak için arkama döner, ama silahların hangisini seçeceğime karar veremem, ve hatta seçebilsem bile, bana ait olmayan silahları seçmeye yazgılıyım, çünkü hepimizin silah deposu aynı.) Sadece kendime ait bir savaşı sürdüremem; eğer bir kere özgür olduğuma inanırsam, eğer bir kere çevremde hiç kimseyi göremesem, çok geçmeden bunun, benim o kadar çabuk kavrayamadığım ya da hiç anlayamadığım, genel durumun bir sonucu olarak üzerimdeki görevi üstlenmek zorunda kaldığım ortaya çıkıyor. Bu, hiç kuşkusuz, savaşta öncü ve artçı süvarilerin, pusuya yatarak ateş edenlerin, savaşın tüm alışkanlık ve anormalliklerinin olduğu gerçeğini dışlamaz, ama hiç kimsenin bağımsız savaş sürdüremeyeceği gerçeğini ortaya koyar.

Kendini beğenmişliğin aşağılanması mı? Evet, ama aynı zamanda gerekli, ve hakikatle uyum içinde bir yüreklendiriş.

Doğru yoldan sapıyorum.

Kendini beğenmişlik ve kibir patlamarından sonra her zaman derin bir nefes alın. Der Jude’daki hikayeyi okurken alınan haz? kafesindeki sincap gibi. Devinimin neşesi. Darlıktaki umutsuzluk, direnmenin çılgınlığı, dışardaki huzur karşısında duyulan perişanlık duygusu. Bütün bunlar gerek aynı anda , gerekse art arda, o son anın kepazeliğinde yine bir arada olacak.

Bir ışık huzmesi kadar mutluluk.

İnsanın evreni kendince kavrayışının izlediği yol ve bu yolun ayrıntılarını hatırlamakta belleğinin zayıflığı kötüye işarettir. Bir bütünün yalnızca parçaları. Nasıl oluyor da böylesine büyük bir ödeve el atabiliyorsun, hatta varlığını düşünebiliyorsun, hatta bu düş için yalvarabiliyorsun, yalvarma sözcüğünün harflerini öğrenmeye cesaret edebiliyorsun, karar anı geldiğinde, kendi bütünlüğünü atılacak bir taş gibi, ya da öldürecek bir bıçak gibi kendi avcunun içinde toplayamamışken?

Öte yandan: Sıkılıp yumruk haline getirilmeden önce insanın ellerinin içine tükürmesine de gerek yoktur.

Avuntu vermeyen bir şey düşünmek mümkün mü? Ya da daha doğrusu, avuntudan eser taşımayan bir şey? Bilmenin kendisinin avuntu olması çıkar yol olarak görülebilirdi. Yani insan pekala şöyle düşünebilir: Kendini kandırıp bir kenara koymalısın, ama yine de bu bilgiyi yanlışlamadan, onu artık biliyor olmanın bilinciyle, bir insan kendini koruyabilir. Bu gerçekten de bir kimsenin kendi saçlarından tutup kendini bataklıktan çekip çıkarması demektir. Fiziksel dünyada saçma olan bir şey, ruhsal dünyada mümkündür. Orada yer çekimi kanunu yoktur (Melekeler uçamaz, yerçekimi kanununun üstesinden gelmek zorunda değildirler, sadece, bundan daha iyisini düşünemeyecek olan maddi dünyada yaşayan bizlere öyle görünür), kuşkusuz bu bizim algılama gücümüzün ötesindedir, ya da ancak çok yüksek bir düzeye varınca akla uygun bir şeydir: Diyelim odama ilişkin kendi bilgimle karşılaştırıldığında kendi öz-bilgim nasıl da dokunaklı bir yetersizlik içindedir.

Niçin?

Dış dünya gibi, iç dünyayı gözlemlemek diye bir şey yoktur. En azından tanımlayıcı psikoloji, bir bütün olarak ele alındığında, antropomorfizmin bir biçimden, kendi sınırlarımızdan çöplenmekten başka başka bir şey derğil. İç dünya sadece yaşanabilir, tanımlanamaz. Psikoloji, maddi dünyanın tanrısal düzlemdeki yansımasının anlatımı, daha doğrusu, kendi maddi doğamızın içinde sırılsıklam olan bizlerin tasarladığı bir yansımadır. Anlatımıdır, çünkü gerçekte yansıma yoktur, ne yana dönersek dönelim gördüğümüz sadece dünyadır.

Psikoloji sabırsızlıktır.

Don Quijote’un şanssızlığı da hayal gücü değil, Sancho Panza’dır.

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...