30 Aralık 2008

Nöyel Baba bize de gel, liste yaptım onu vericem!

Çok boş geçirdim bu yılımı, son anda kurtarmaya çalıştım, yemedi. Bende sittir ettim okuyucu, "ne farkı var?" diye sordum, cevap alamadım. Erdem'in dediği gibi "boş koy dolar nasılsa" ne varsa boş koydum bende, dolar dolamaz belli değil, zaten önemli de değil.

Bir çok arkadaşım yeni yıl arifesinde önce parti planları yapıp sonra da tipik liste işlerine daldılar, komik ama güzel, amaç işte iyi kötü var yine de;

  • "bu yıl hayatımda olmasını istemediğim kişiler"
  • "bu yıl hayatıma girmesini istediğim kişiler(!)"
  • "bu yıl almak istediğim şeyler"
  • "bu yıl başarmak istediğim şeyler"
  • "bu yıl görmek istediğim yerler"
  • "bu yıl sonunda çıkaracağım yeni liste" vs vs vs vs.....
...herkes garip bir şekilde dilek tutma işine girişmiş, benim neyim eksik (ki fazlam bile var)

Sevgili Nöyel Baba'ya liste yaptım yılbaşı gecesi elden vereceğim kendisine.

Mimi Wonka'nın Yeni Yıl Dilekleri;

1. Bu yıl mümkünse Hugh Jackman'ın eşinden ayrılıp benimle evlenmesini istiyorum.
2.Dekanımın "Sen bize çok fazlasın git Yale'de oku." dediğini duymak istiyorum.
3.Sarkozy'nin beni ülkesine davet etmesini istiyorum.
4.Ozzfest 2009 bizim arka bahçede yapılsın ve Ozzy ile oturup nane likörü içelim istiyorum.
5. Bir pikap bir de daktilo istiyorum. Pikap Piaf'ın, daktilo da Hemingway'inki olsun.
6.Bir de BuzCevheri bana 58 model bir Cadillac alsın istiyorum, Eldorado lütfen...
7.Cumartesi ile Pazar'ın arasına 1 gün daha eklensin istiyorum.
8.Ablam kopsun gitsin bizden. (illallah dedik be!)
9. İsveç'e gidelim Martin bize içki ısmarlasın.
10. Mutlu mesut takılalım yarenlerle, forerver n' ever.

Adam gibi kar yağsın da klişeli bir yılbaşı gecesi yaşayalım, bira falan almak lazım, cipis, lebilüblü yine bira, çok bira vs. Evdeyim zaten...

Bilindik şeyler söylemek istemiyorum, nasıl biliyorsan öyle yaşa. Doğduğumuzda hepimiz özgün varlıklarızdır ama kalıplara girmiş olarak ölürüz. Sen kalıplaştırma kendini, görüşürüz azizim, canım okuyucu.



Fotoğraf: Arka bahçemizdeki akasya.

20 Aralık 2008


.
.
.

Dün gece televizyon izlerken ekrandaki silhouette şöyle dedi;

"- Cehennem sadece sevmeyi unutan insanlar içindir, önemli olan sevginin nerde başladığı."

...bunu duyunca aklıma bir fotoğraf geldi çok aradım ama bulamadım onun yerine yukarıdaki fotoğrafı koydum, mekan benzer mesaj benzer.... "- Şarap kadehine bıraktığın dudak izinde başlıyor sevgi..." diyen "yine çook eskilerden bir zamanların siyah beyaz yaşandı bittisi bir başka hey corç" geldi aklıma, çok mutlu oldum.

*Fotoğraf Güney Hindistan,Kerala, Kovalam Plajı.

15 Aralık 2008

esri!




bibap dü bap duo: tekrar doğup kastrato olmak istiyorum
mimi: önce ölmen lazım
mimi: cesaretin var mı?
bibap dü bap duo: yok, keşke olsa. az önce düşünüyordum yani en kolayı boğazımı kesmek olur eldeki imkanlarla, o da çok zor be
mimi: al sana hayatın anlamı
bibap dü bap duo: um dudum dıps tum

.
.
.

O da bizim gece lambası...

11 Aralık 2008

Bağımsız Satır Başları Vol.6

Masaüstü pc'nin monitörü sizlere ömür okuyucu. Emektar lap ile yola devam ediyoruz. Kurban bayramı sebebiyle maaile birlikte olduğumuz için zor anlar yaşıyoruz zaman zaman (ahhh o zaman -fikret kızılok severiz sevdiririz hareketi-) sıraya girip mail kutularımızı kontrol ediyoruz. Ben bir taraftan fotoğraf makinemi bağlıyorum diğer taraftan ipodu sokuşturuyorum etrafım kablo doluyor, dağılıyorum. 4 kardeş olunca zor oluyor tabi, en küçük kardeşim lise 2'ye gidiyor hani diyemiyorsun "benim işim daha önemli çocuğum git oyuncaklarınla oyna" vs yemiyor tabi. Monitör bayram sonrası gelecekmiş (ki inanmıyorum en az 1 ay geçer) zaten İstanbul'a dönmüş olacağım bana pek bir getirisi yok gibi yani.

*

Michel Fugain - Une Belle Histoire... Artık dinlemez olduğum parça ki Issız Adam denen dandik film çıkmadan önce ne de çok sever idim. Sayın Çağan Irmak kendine mahlaz yapmış bir de Irmak Çağ diye, gül ağla sonra yine gül, karmaşık duygular içindeyim.


- Issız Adam nasıl bir filmdi sence Mimi?

- Haaaa?





Yol Arkadaşım dizisinin tekrarını bulmuşuz saat gece 2 falan gibi yalan olmasın bakmadım saate;

Ablam: Bu hikaye neden böyle oldu yahu, çok saçmalamış Çağan, ara sorsana neden böyle yapmış.
Mimi: Açmaz ki telefonu ünlü oldu artık o.
Ablam: Hadi ya!
Mimi: Heee.

...şimdi şöyle ki Çağan Irmak ile ben kankayız yıllardır, ben istediğim her an onu arayıp şu neden böyle bu neden böyle gibilerden sorular yöneltiyorum o da bıkmadan usanmadan cevap veriyor bana hatta Babam ve Oğlum benim bir kaç fikrim ve Çağan'ı bu fikirler doğrultusunda dürtüklemem ile ortaya çıkmış bir eser. Ama son 1 yıldır ne olduğunu bende anlamıyorum kendisinde bir afra tafra bir kendini bilmezlik sonradan ünlü olmanın kompleksleri falan baş gösterdi. "ben yönetmenim sen yazarsın yazdığını beğenmezsem çekmem seni de çekemem" gibilerden sözler sarf eder oldu. Kısacası ünlü oldu. Issız Adam ile tamamen gözümden düştü artık kopardık bağları. O değil onun yüzünden Michel Fugain dinlemez oldum bana en çok koyan bu!

*

Az pişmiş kurban eti ile bir kadeh Kayra Buzbağ 2005 süper oluyor. Tek başına pek haz etmediğim bu kırmızı tat etin yanında bittirdi beni. Kurban etini yiyemeyen "ben taze et yiyemiyorum kokuyor" diyen çok tanıdığım var. Halt ediyorsunuz diyorum, taze et kıyma yapılmadığı sürece mis gibi yenir ki az pişirirseniz daha bir güzel olur tadı, (pembe olcak içi) sosları ve baharatları doğru kullanmayı bilin yeter. (vejetaryenleri anlamıyrum zaten ki vegan milleti uzak olsun benden)

*
Msn'den sıkıldım yeni bir şeyler bulsun biri.

*Salı günü How I Met Your Mother'ın 3. sezon bölümlerini verdi cenebece-e oturup izledik yine (ki tüm sezonlarına sahip olduğum tek dizi) yeni sezona bakayım diye googleladım diziyi falan. Çok şaşırdım ama Bro Code diye bir kanunname gerçekten varmış. Hani dizi sayesinde piyasaya sürülmüş mini bir kitap (yoksa o kadar saçma birşey gerçek olmaz yahu) afilli bir cildi var özendim yalan değil. Erkek olsam alıp arkadaşlar arasında geyik yapardım. Irish Pub lazım ama NY'ish değil de Bostonvari. Param olsu şu an açardım bir tane! Cheers gibi böyle...

*Bu akşam, vakti olan Beyoğlu Hayal'e gitsin benim yerime de izlesin Stefan Schwerdtfeger'ı (2 kere yanlış yazıp google a baktım evet)

*

Geçen gece CnnTürk Cirque du Soleil:Corteo performansını yayınladı. Daha önce Alegria, Qudiam ve Varekai gösterilerini izlemiştim. Tek kelimeyle muhteşemdi klişesini kullanmaktan çekinmeyeceğim bir gösteriydi, televizyondan izlemek bile heycanlandırdı beni.






Bu arada Çağan Irmak'ı tanıyor falan değilim. :D

Bayram bitti sonunda oh be!

01 Aralık 2008

Akşam Olunca Eve Dönüş Yolunda Dinlenen Şarkılar Vol.2



Bir de buna bak =)

*monochrome: tek renkli, siyah-beyaz

elyaf gibi ve biraz da golden the pony boy

.
.
.


öyle bir durum ki anlatsan anlatılmıyor hani.

korku gibi aslında,

ama kelime anlamı yok tam.

Kırmızı ile bir muhabbet olmuştu alt alta 3 nokta ne demektir diye,

anlatamamıştım tam,

nefes alır ya kelimeler yazarken onu söylemiştim,

bu da yazmaya başlamadan nefes alan yazarın işareti aslında.

aslında çok şey vardı yazacağı ama nerden başlayacağını bilemedi çok nefes aldı nefes verdikçe kaybetti sözlerini, nefesiyle havaya karıştılar, noktaları kaldı ardlarında...

Gael Garcia geldi bu haftasonu, gidip merhaba üstad diyemedik, bir acı kahve içemedik, haberimiz olmadı, ilgisizleştik kendi dertlerimize dalıp.

dünya gözüyle bir onu bir de Buscemi'yi göresim var, bir de arka bahçeme Yann gelse mum yaksak...

iyi olmak gerek, biraz can...




Çalışma bir sır ve çok güzel.

28 Kasım 2008

So high, Süğperneyçırıl!

wazzup
hay aq bu ne bu lan, ... :D:D

aYSu88
manyaq bunlr abi yaaaw muhahaha :))))

.
.
.


Yukarıdaki alıntıyı anlayanlara selam olsun, çok güldüm lan ilk gördüğümde, bu geceki lak lak muhabbetini blog yazısı yapıp başlık ararken yanımda duruyordu dergi alıntı yapayım ne olacak dedim, telif falan istemezler nasıl olsa dimi lan ahuheuhhae... (alıntı Uykusuz Dergi'den anlamayana da selam olsun, alsın okusun)



Arkadaşım Bro. Supernatural'ı izliyor, hani manyaklık derecesinde dizi takipçisi olmuş. Delirdi bir ara konuşurken, normal bir arkdaş muhabbeti yapıyorken, dertleşiyorken falan bir şey oldu buna, sanırsın şeytan girdi içine o derece ahahaskşljslolpaş... Bu geçlik nereye gidiyor azizim bilemiyorum, ama sonumuz iyi değil!



.
.
.



Bro :
hayat senin dostluklar senin ilişkiler senin
Bro :
herşey senin burda
Mimi Wonka:
ya felsefe yapma bana
Bro :
karar da tamamen senin olsun
Bro :
felsefe falan yapmıyorum be
Mimi Wonka:
acıktım zaten
Bro :
kimsenin dediğine bakma istediğini yap dicem sadece
Bro :
neresi felsefe
Mimi Wonka:
neyse
Bro :
hep açsın di mi
Mimi Wonka:
evet
Mimi Wonka:
olamaz mı
Bro :
supernaturalda senin gibi bişe avladılar
Mimi Wonka:
meyve yiyim bari
Bro :
bi yaratık
Mimi Wonka:
ahahaha
Mimi Wonka:
adi
Bro :
önce normal insan
Bro :
sonra acıkmaya başlıyo
Bro :
bastırılamaz bi şekilde
Bro :
inanılmaz bi şekilde yiyor
Bro :
yedikçe yiyor
Bro :
sonra kan görünce dayanamaz oluyor
Bro :
ve bir kez insan etinin tadını aldığında yüzü ve dişleri değişiyor
Bro :
yaratığa dönüşüp aralıksız taze et arıyor
Bro :
insan eti
Bro :
onu da yalnızca tamamen yakarak öldürebiliyolar
Bro :
kurşun işlemiyor
Mimi Wonka:
höh gece gece ne diyeyim sana
Bro :

Mimi Wonka:
manyak mısın olm
Mimi Wonka:
ben ona benziyorum yani
Bro :
merve
Bro :
ben supernatural oldum
Bro :
Mimi Wonka:
kapını pencereni iyi kapat derim bu gece
Bro :
ahahah
Bro :
gelip yeme beni
Mimi Wonka:
aynen
Mimi Wonka:
yazık olur bu parlak zekana
Bro :
ahaha
Bro :
yakarım seni
Bro :
saçlarından tutuşlarım
Bro
:

bal rengi falan kalmaz

Mimi Wonka:
taktın sende saçlarım ha
Mimi Wonka:
ne istiyon olum
Bro :
simsiyah olur kül ederim onları

Mimi Wonka:
ya git süğperneyçırıl izle sen
Bro :
her türlü yaratığı öldürme tekniğini biliyom
Bro :
bitti lan bitti
Mimi Wonka:
ahaha
Bro :
üstüme gelme ağlarım
Mimi Wonka:
lan iyice şu dizi manyağı fan kılap üyesi tiplere döndün ha
Mimi Wonka:
ne biçim diziymiş
Bro :
bi izle
Bro :
görcez senide
Bro :
dean dean diye gezecen ortalıkta
Bro :
15 yaş kızların gökhan diye gezmesi gibi
Mimi Wonka:
hey allam yareppim akıl fikir ihsan eyle
Mimi Wonka:
amin!
Mimi Wonka:
olum cidden liseli veletlere döndün sen
Mimi Wonka:
süğperneyçırılla kalkıp süğperneyçırıla yatıyorsun
Bro :
bitti lan
Mimi Wonka:
ahaha
Bro
:
1.5 ay daha 1 bölüm bile izleyemeyecem
Bro :
zaten alastair denen piç meleklere kafa tuttu ayar oldum
Bro
:
sam de bişe yapamıyo
Mimi Wonka:
arada ben sana süğperneyçırıl derim
Bro :
ne bok yiyecekler
Mimi Wonka:
aklına gelir üzülürsün
Bro
:

gelir seni avlarım
Mimi Wonka:
ha iyice triplere gir
Bro :
hahaha
Bro
:
sorma
Bro
:
bak
Mimi Wonka:
baffy baffy de vampayır sileyır
Bro
:
vampirin kafasını kescen
Bro
:
başka türlü ölmez
Mimi Wonka:
ahahah
Bro
:
kazık falan yalan
Bro :
vendigo görürsen yakman lazım
Bro
:
adamı çiğ çiğ yiyor ipneler
Mimi Wonka:
vendigo ne be
Bro :
yaratık

Bro
:
manyak bişe
Bro
:
shape shifterlar çok tehlikeli
Bro
:
her gördüğü insana dönüşüyo
Mimi Wonka:
öyle grup var lan
Bro :
gözleri parladığı anda görmen gerek
Bro
:
yoksa tanıyamazsın
Bro
:
onu da gümüşle öldürmen gerek
Bro
:
kalbine gümüş saplayacaksın
Mimi Wonka:
he bunlar var diyon yolda izde dikatli yürüyeyim
Bro
:
ya da gümüş kurşun
Bro
:
demon lar en kötüsü
Mimi Wonka:

Bro :
içine kaçabiliyolar
Bro
:
onlarıda devil trap kurup içine hapsedecen
Bro
:
sonra latince ayinle uçurcan
Mimi Wonka:
iyice kafan skilmiş olum senin manyak olmuşsun
Mimi Wonka:
yakında vatikana falan gidip
Bro :

Mimi Wonka:
şeytan çıkarıcı olursun sen
Bro :
yalnız sarı veya beyaz gözlü demon görürsen kaç
Bro :
colt lazım
Mimi Wonka:
ya bi sus lan
Bro :
bir tek o tabancanın mermisi öldürür onları
Bro
:
sarı gözlü azazel
Bro :
bi araştır neymiş bak
Bro
:
beyaz gözlüde lilith
Mimi Wonka:
ahaha allah seni, araştırıyım mı?
Mimi Wonka:

Bro :
lilith lucifer i serbest bırakcak
Bro
:
onun etrafında dönüyo olay
Bro
:
çıldırdım lan galiba
Bro
:
tutamıyom kendimi
Bro
:
durdur beni merve
Bro
:
ahahahaha
Bro
:

Mimi Wonka:
iyice manyklaşmışsın sen
Mimi Wonka:
aç poker falan izle
Bro :
rahatladım
Mimi Wonka:
hayata dön
Bro :
burdayım
Bro
:
ok
Bro
:
sorun yok
Mimi Wonka:
ben gidiyorum ama
Mimi Wonka:
şu konuşmayı blog a koyayım
Bro
:
işin yok niye gidiyon
Bro :

Mimi Wonka:
gidip uyuyacağım
Bro
:
aman uyu
Bro
:
güzellik uykusu dimi
Mimi Wonka:
ben zaten güzelim lan
Mimi Wonka:
sen yat o uykuya
Bro
:
git uyu da gü
zelleş prenses

Bro
:
ahahaha
Bro
:
bi laf vardır bildinmi
Bro
:
ben güzelden anlarım
Mimi Wonka:
ahaha kıvır beybi
Bro :
neyi kıvırayım la
Mimi Wonka:
dur dur bu güzel lafları geçen yerleride koyayım da
Bro :
seçmece yapma yiyosa
Mimi Wonka:
normal kızlardan sansınlar beni
Bro :
hepsini koy bakalım
Bro :
hahahahaha
Bro :
şirretsin sen
Bro :
seni avlayacam ulan
Mimi Wonka:
allam yareppim
Bro :
hunter moduna giriyorum
Mimi Wonka:
hala av diyo
Mimi Wonka:
git yat lan
Bro :
sen yat lan
Bro :
uykusu olan sensin
.
.
.


ki nedir yani 3 Kul hüvallâh 1 Elham okudun mu olmuş bitmiştir!

27 Kasım 2008

The Breakfast Club (1985)



Allison:
When you grow up, your heart dies.
John: So, who cares?
Allison: I care.


"2 ayda bir oturup izliyorum bunu"

26 Kasım 2008

Akşam Olunca Eve Dönüş Yolunda Dinlenen Şarkılar Vol.1

.
.
.

Yeni bir Volume sıralamasına başlıyorum bugün. Yolculuk sırasında müzik dinlemenin zevki başkadır tabi. Ama bahsettiğim şey o değil.

Bazı parçalar vardır ki onları yorucu bir günün sonunda eve dönmek için trafikte takılmışken, etrafınızdaki insanları göz ucuyla seyredip arada buğulu camdan dışarı bakıp kendi küçük dünyanızda kurduğunuz güzel hayallerinizi düşlerken dinlersiniz. Bazı hastalıklı beyinler (benim gibiler) kurdukları hayallere saplantılı derecede bağlanıp, hayal dünyalarının eşiğinden içeri her adım atışlarında farklı bir insan olurlar. Duruşları, bakışları, konuşmaları hatta sesleri bile değişir, farklı bir perdeden başka birinin sesiyle konuşurlar.

Eve dönüş yolları kimseyle değil de, kendi içinizde kendinizle konuştuğunuz anları barındıran zamanlardır. O zamanlarda böyle şarkılar dinlenir, akşam ışıklarının oluşturduğu gölgelerin altından geçerken ya da bir başka hayal evinin kapısından içeri girerken...

23 Kasım 2008

Çemkirik.

Yapacak yeni birşeyler bulamadığınız zaman eskileri karıştırıyorsunuz. Hani "nerden nereye" der gibi. Biz insanlar durup dururken aranan yaratıklarız ve başımıza ne geliyorsa bu yüzden geliyor. Bu geceki açıklayıcı bilgimiz buydu. İNSANLAR SALAK! Sende salaksın, bende... Dersen ki sen daha salaksın, o zaman sen daha salaksın!

22 Kasım 2008

Bağımsız (-lığı tartışmaya açık) Satır Başları Vol.5

.
.
.

Smoky'nin kedisi Aslan ki kendisi bir şekilde Smoky hanımı tanıyan herkesin kedisidir, kaybolmuş -YİNE-... Bu sexkolik kedi kim bilir yine hangi aşifte dişinin peşine takılıp nerelere gitti diye düşünmek, olur olmadık yerlerde kapalı kalmış olabileceği olasılığının kafaları kurcalamasından daha iyi şu an için. Smoky, 2'dir gidip "Aslaaan, seni sapık ruhlu azgın kedi, seni şişko yağ tulumu, hangi delikteysen çık ortaya delirtme beni" şeklinde tatlı dille aradı Aslan pisiyi. Ama yok. Yarın olmadan kapının dibine gelir diye umuyorum ben, arkadaşlar arasında facebookmuş msnmiş bilmem neresiymiş bu kadar konuşulup, mıncırılmak suretiyle sevilip şımartılırsa böyle başına buyruk olur işte. Nerde sabah edecek kim bilir...

Karaköy iskelesi çökmüş, canlı yayın izledim, iyi ki sabah olmamış bu olay. Bro.'dan aldığım bilgiye göre zaten vapur seferleri durdurulmuş-muş, ya da başlatılmamıştı da demiş olabilir tam hatırlayamadım şimdi. Gerçi bilgi kaynağı Bro. olunca pak de önem vermemek lazım ne söylendiğine, o başka konu ahahhaaa...

Sevgili BuzCevher'i beyefendinin blog alemi ile paylaştığı 50'lerin ve 60'ların muhteşem parçalarını dinliyorum 2 saattir. Ki siyah beyaz filmleri tekrar tekrar izleyesim geldi. En sevdiğim "We're No Angels" ile başlar, araya bol Marilyn'li filmler sıkıştırırım, "West Side Story" izleyesim de var aslında, bilemiyorum belki biraz daha eskilere gidip Chaplin olabilir, sonra dönüp Casablanca izlerim. Ya da gider yatarım işim ne bu saatten sonra değil mi?

Film dedim aklıma geldi, Igby Goes Down sonrası deli gibi yeni filminin vizyona girmesini beklediğimiz (ki bu kişiler bendeniz Mimi, Alasse hanım kızımız ve Smoky hatunu) Kieran Culkin beyefendinin, Alec Baldwin bey amca ile kotardığı yeni filmleri Lymelife 2009 Nisan'da, pek saygı değer, her biri 7.sanat experi olan insanların yaşadığı Amerika'da vizyona giriyor. Hani sadece vakit geçirmek için film izlemeyen benim gibi insanların bulunduğu yerlere kadar gelemeyen bu filmin ne kadar güzel olduğu konusu belli kişilerce tartışmaya açıktır.

Geçen ay biri sordu;
- Çok paran olsa ne yaparsın?
- Harcarım.

... böyle basit bir cevap vermem benim günlük zevkleri olan, vurdumduymaz biri olduğumu kanıtlıyormuş. Bence bu cevap benim yaşamak dışında pek de bir amacı olmayan sıradan biri olduğumun kanıtı sadece. Yani durup "şunu bunu alır, şöyle böyle yaparım" diye listeleme olayına girmemem, benim hayalleri olmayan biri olduğumu değil, aksine çok hayalci olduğu için konuşmaya, anlatmaya, anlaşılır olmaya hali olmayan biri olduğumu kanıtlar (kanıtlamasa da çok da umurmdaydı hani). Harcarım cevabını verdiğim de neler neler yapacağımı anlayan en az 3 kişi var şu dünya da. Yeter bana!

Bir de canım ton balığı istedi gidip yiyeceğim, hadi iyi geceler okuyucu.

20 Kasım 2008

.
.
.


Bu ülkede kitaplar çok mu pahalı yoksa ben mi pintileşmeye başladım. Kitaba verdiğim paraya acımam ben, gerçekten. Ama dün ilk kez bir kitabı elime alıp da fiyat etiketini gördükten sonra "ohaa çok pahalıymış lan" diyerek almaktan vazgeçtim. Ki aslında kredi kartına 4 taksit yapıyorlar biliyorum.

Korsan kitap alımına karşıyım ve gururla söylüyorum hiç almadım. Diyeceksin ki netten albüm indiriyorsun ama. Evet indiriyorum ama "yazarlar ki acırım onlara bir Rock Star olamadıkları için" dersem anlarsın ne demek istediğimi. Dünya da yazarlık kadar şerefsiz, arkadan vuran, yüzüstü bırakan bir meslek daha yoktur ki zaten yazarlık ikinci bir mesleğin yanında yapılırsa karın doyurur. (tabi belli değerleri ve tabuları eleştirip prim yapabilir, birilerinin istediklerini yazabilir veya bir gece kafede oturup yazmaya başladığım bir anda ilham geldi yalanını uydurup kitleleri kör edecek derecede fantastik kurgular yaratma ekibine katılabilirsiniz)

Yeraltı edebiyatı bölümüne gittim bende yavaş yavaş, elimi çektim zengin kitleler için yazılmış süslü kapaklı kitaplardan. Jack Kerouac aldım, Bob Dylan'ın '59 yılında okuyup "hayatımı değiştirdi" dediği kitabını. Kurt Vonnegut aldım sonra Breakfast of Champions, hani filmi de var izlemişsindir belki. Bi de Richard Brautigan aldım ki manyak bir sapkın okunmaya değerdir bence.

Bu 3 kitaba verdiğim para elimden bıraktığım kitabın parasına eşdeğerdi. Toplamda 784sayfa almışım. Diğer tarafta 200 sayfadan vazgeçtim. Karlı bir alışveriş yapmışım diye düşünüyorum. Çok garip ama Türkiye'de insanlar kitapları bile popülaritesine göre alıyor sanırım. Fiyatlarının ne olduğu umurlarında bile değil.

19 Kasım 2008

.
.
.


Beşiktaş'a geçiyorum motordayım. Sırt çantamı ayaklarımın arasına almışım, ellerim cebimde sağa sola bakıyorum bön bön. Karşımdaki sıralardan 2.sinde çok güzel bir kız oturuyor, üstü başı pek bir özenli, saçları fönlü, makyajı pek bir hoş, boynuna şu atkı/fular karışımı tam adını bilmediğim şeylerden dolamış, mavi renkli... Mini etek giymiş uzun ve güzel bacakları meydanda, bacaklarını toplamış hanım hanımcık duruyor.

Kıza bakıp içimden "ne güzel yahu maşallah tüüi tüüii tüüü" diyorum. Hayran kalınmayacak bir zerafet değil çünkü. Ne güzel yaratıklar var diye düşünüp müziğimi kısıyorum, motorun hareket etmesini beklerken camdan bakıyorum. Aklımda "otobüse mi binsem minibüse mi,tarafik ne durumdadır acaba" soruları var. Bu arada motor hareket ediyor iskeleden ayrılıyor. 2-3 dk. kendi kendime takılıp yanımdaki çocuğun ders notlarına bakıyorum falan. Sonra dönüp o kıza doğru baktığımda şok oluyorum. Saniyesinde "aman ne güzel kızcağız, maşallah" düşüncelerim tuzla buz oluyor, kafamda yarattığım imaj yerlebir! Beynimden kırılan cam sesleri geliyor hatta, o derece.

O çok beğendiğim güzel kız deli gibi tırnaklarını yiyor çünkü. Sağ elinin işaret parmağı ağzında geziniyor. Bazen elini döndürüp farklı şekillerde ısırmaya çalışıyor lunulasını, daha iyi kemirebilmek için pozisyon arıyor. Arada durup tırnağına bakıyor "acaba neresi kaldı kemirmediğim" diye düşünüyor belli. Bunu benden başka fark eden var mı acaba merakıyla etrafıma bakınıyorum, yanımdaki çocuk notlarını okuyor hala, diğer tarafımdaki bayansa zaten nerde olduğunun bilincinde bile değil gibi...

Müziğimin sesini açıyorum. Kalın sweet montumun kapüşonunu geçiriyorum kafama, gözlerimi kapatıp beynimi çalan parçaya veriyorum. Jack Black bile silemiyor o mide bulandırıcı görüntüyü, üzülüyorum.

16 Kasım 2008

Bağımsız Satır Başları Vol.4

Blog sayfama uzun zamandır birşey yazamayınca kendimi kötü hissediyorum, bir de cep telefonuma mesaj atan bir arkadaşım aynen şu şekilde;

"Lan neden yeni bir şeyler yazmıyorsun, amma tembel oldun haa!"

deyince, kendime kızmam mı desem artık yoksa acımam mı(?) bin kat daha arttı. Aslında yalan olmasın, önce gelen mesajın ne manaya geldiğini anlamamıştım. Cevap olarak "azizim yalnış attın herhalde, tembel kısmı tamam da başını çözemedim" yazdım. Sonra anladım blog sayfamı okuyan ama bana bunu bildirme zahmetine girmeyen bir arkadaşım daha varmış.

Sipariş üzerine de yazılmıyor ki anasını satayım. Aslında aklımada bir sürü konu var. Hatta blog panelim yayımlanmamış taslaklarla dolu. Bir türlü yazdığım şeyin sonunu getiremiyorum. O yüzden kafa göz kıran cinsten "Bağımsız Satır Başları" yaratmaya başlıyorum, tam da şu an.

__________________________________________________


* En iyi arkadaşım evleniyor, aslında bununla ilgili bir yazı yazmaya başlamış ama yayımlamadan taslak tarlama bırakmıştım, şimdi yine bir başka Haziran'da düğüne gideceğim korka korka!... Bu gittiğim 3. veya 4. düğün olacak, en son gittiğim düğündeki çift hala evli, zaten 3 ay mı ne oldu evleneli. Burak Kut'tan alıntı yapalım hemen; tahtalara vur, dağlara taşlara...

* Geçen gün minibüsteyim, Gölcük'te... Metallica'nın indirip de baştan sona dinleyemediğim son albümünü açmışım, bangır bangır çalıyor. Diyeceksin "neden böyle bir öküzlük yapıyorsun, özenti misin sen, ergenliğini tamamlayamadın da hala anlamsız bir öfke içinde misin, nedir abicim yani ne ayaksın" diyeniniz vardır. Benim ki piçlik abi, gıcıklık olsun diye yapıyorum sanırım, bir olayım yok yani, kısık sesle dinlesem de bişi fark etmez, albüm yine skindirik yine skindirik... Olay albüm değil zaten, yüzüme tip tip bakan, iktidar yanlısı yaftası yapıştırdığım teyzeye ettiğim laf ve aldığım tepki;

- Bu ne ki ben sana bi de Dimmu Borgir açayım da bak herifler ne ayakmış.
- Terbiyesiz!

Çevirdi kafasını önüne, ben ayaktayım vs... Çok güldüm okuyucu, Dimmu Borgir diyerek nasıl bir küfür ettiğimi sandı bilemiyorum. Bu yeni nesilde terbiye kalmadı tarzında birşeyler mırıldandı ben arkada boşalan bir yere yönelirken, herhalde 22 yaşında olduğumu bilse küfür edip döverdi beni.

* Bu arada ŞoK çalışanlarını seviyorum, alkol alırken bana kimlik soranları var hala, iltifat ediyorsunuz çocuklar :$

* Neden kimse konusuz bir program yapmıyor. Mesela ben olsam yapardım. Huysuz Virjin ile Görücü Usulü'nün fragmanını görünce ablam attı bu fikri, ille bir format olmak zorunda mı canım diyerekten. Doğru söylüyor, "Mimi Wonka ile Kafana Göre" diye bir program yapmak istiyorum ben, konu yok birşey yok. İsteyen istediğini yapardı. Süper olurdu bence. Duyun beni!...

* Erdem beyle bir gece sırf eğlence olsun diye oturup yazdığımız bir -izm'imiz var bizim. Akımın adı tabi ki de; "Kafana Göreizm" şu an için17 maddesi var. Geyik olsun diye ortaya çıktı falan ama devam edilebilir bence ki Erdem bey'i dürtüklersem manifesto bile yazar o. En sevdiğim 2 maddesini her önüme gelen yere not düşüyorum, eğlenmek için ki bunlardan biri;
  • Madde 14: Her kural eğlence için vardır. Eğlencesiz kural kural değildir. Kontrolsüz güç de güç değildir zaten.
Bakmışsınız programlara konuk olup bu yeni akımın olmayan felsefesini anlatıp caka basıyorum cümle aleme ki yaparım ben, o saçmalama potansiyeli var bende. Seda Sayan' a çıkabiliriz belki bu sayede azizim Erdem, hayallerimiz gerçek olur abi. (hayale bak anasını satayım)

* Elveda bira dedim az evvel son mariachi black'ciğimi bitirirkene. Beleş olmadığı (ısmarlanmadığı) sürece bu ülkede bira içmem ben bir daha. Fiyatları düzene soksunlar lütfen. Alkol zevkimizin de içine ettiler, artık en azından bu parayı vermeme değer dediğim Kalecik, Kavaklıdere ve Sarafin çeşitleriyle takılacağım. ( elinde Casillero del Diablosu olana kapım açık, bizdeki bitti be hacı:mü )

* Yıl 2001, yaşlarına göre iğrenç zevkleri olan iki kardeş (ki psychiatrist Crane kardeşlerin bayan olan (yandan yemişleri) denebilirdi bizim için eğer bende psikoloji okumuş olsaydım) İstanbul'a gitmişiz 4. Murat operasını izleyip döneceğiz. Ondan önce Fındıkkıran'a gidecektik ki biletlerimiz yanmıştı ablam grip olduğu için, gidememiştik. Şimdi düşünüyorum da o yaşlarda iğrenç sayılabilecek zevklerim varken, bugün sinemaya bile zorla gidiyorum ki gitmiyorum(!) Ne oldu acaba, odunlaştım, 5'e 10 kalaslaştım.

* Eğtimime devam etme planlarımın hepsi fos çıkacak gibi, bekle beni ÖSS, sana geliyorum Allah'ım!... (Bu sefer Mimar Sinan'da okumak istiyorum, mekan güzel)

Bitti tamam, rahatladın mı lan Bro! Pis şey, gülünce yazamıyorum işte, serseri kişilik! (şaka tabi, zaten bu sözlerime alınırsan eğer en adi insansın :Ç )

01 Kasım 2008

can't have anyone over syndrome

Uzun zamandan sonra msne girdim Alässe Isis'e sms attım cevap vermedi bu saatte ya uyuyordur ya kulağında hafiften bir melankoli kitap okuyordur ya da sızmıştır bir yerde ya birileriyle ya tek başına. Cumartesi günü evde oturmaktır en iyisi aslında. Yanına alırsın hoş bir yaren zaten şu dünyada kaç tane yareni olabilir ömrü boyunca bir insanın. Kaç kişiye olduğunuz gibi görünmek istersiniz ki ömrünüz boyunca. 3-5 çok fazla 2-3 yeter 1 taneyi bulamayanlar var ne acı:D [başkalarının acınası hallerine gülüp gününüzü neşelendirin hayat diğerlerinin de iyiliğini düşünmeye vakit harcayamayacağınız kadar kısa çünkü] Tam bir yeraltı yazarı gibi konuştum, biri bana kahkaha atsın bu sen olma ama. Sen benim empoze yaratığımsın, aramızdaki sevginin elastik deformasyonu bozulmasın.

Bak;

28 Ekim 2008

Şekerle Avutulan Ülkenin Gazetecisi

Kültür sanat konularında çalışırken istediğin galaya, konsere istediğin ülkede gitmek çok basitken, siyasal konularda neden bu kadar zorluk çekiyor şu Türkiye Cumhuriyeti gazetecileri anlamıyorum. Sanırım şekerle avutulan çocuklar gibi bir kaç gala ve resital ile geçiştiriliyoruz. Biliyor musunuz çoğu gazetecimiz dış haber bildirimlerini bulunduğu ülkenin izin verdiği ölçüde yapıyor. Zaten "bu ülkede kaç kişi dış haberleri takip ediyor ki, kendi siyasetimizden haberleri bile yok" cümlesini kuran bir yayın müdürü tanıyorum, haklı olması bir yana kurduğu cümleden rahatsızlık duydu mu duymadı mı bilmiyorum.

Evet biz gazeteciyiz. Evrensel bir mesleğe sahibiz ve dil sorunu olmadığı takdirde istediğimiz ülkede çalışabiliriz.

Ama gelin görün ki basın kartımı alsam bile diğer ülkelerde pek de işime yaramayacağını öğrendim geçen gün. Polis muhabirliği yaptığı için ayrıca bir kimliği daha olan, yurtdışında onu kullanarak önündeki kilitleri açtıran, artık o dönemlere "güzel anılar" diyen, şu an güzelce döşenmiş bir odaya sahip üst düzey yönetici gazeteci ağabeyime misafir oldum hafta içinde. Son zamanlarda habercilikte yaşanan olayları konuştuğumuzda;

- Hiç olmadı Mimiciğim, alırım yine fotoğraf makinemi inerim sokaklara, kimse bana bir şeyler buyuramaz, ben gazeteciyim!

dedi. Bende haklısınız .... abi, dedim. Ama gelin görün ki artık böyle bir cümleyi kurabilecek pek insan yok bu meslekte. Ben kurarım diyorum ama bakınız üst düzey yönetici ... abimden Birleşmiş Milletler'e yapacağım başvuru için bir kaç tüyo, belli isimler almaya çalışıyorum. O yüzden odasında oturuyorum, ikramlarını kabul edip koyu bir muhabbete başlıyorum. Karşılıklı oturmuş çaylarımızı içerken bunun ne demek olduğunun ikimizde farkındayız, tanıdığımın tanıdıklarının bana bir güzellik yapması konusunu konuşuyoruz aslında.

- Keşke bu tür telefon görüşmelerine gerek kalmadan istediğini alabilecek olsan Mimiciğim.
- Evet ... abi, ama bu iş her yerde böyle yürüyor sanırım.

Annemin halini hatrını sorup, kardeşlerimin ve kuzenlerimin okul durumunu konuşuyoruz. Sohbet biraz insancıllaşıyor bu sayede. Çay içiyoruz o arada ince belliden, arkasındaki duvarda asılı olan büyük fotoğrafta Mustafa Kemal var, arkasındaki kalabalıkla bir binanın merdivenlerinden inerken çekilmiş. Gözüm takılıyor ona, ne kadar güzel bir fotoğraf olduğunu görmenizi isterdim. 1 saattir o odadayım, biz muhabbet ederken 2 yere telefon edildi benim için, birine ulaşıldı diğerine toplantıda olduğu için not bırakıldı, 3 kere çaldı telefon 2'si işle ilgiliydi 1'i benim gibi bir "hatırla işleri yoluna koydurabilme peşindeki" birindendi.

- Bu iş olursa okulu bitiremeyeceksin sanırım Mimi?
- Sizin de bitirmediğinizi biliyorum ... abi, yalnış mı hatırladım yoksa?
- Ahahaha, gazeteci olmuşsun sen.
- Henüz başındayım, gazeteci adayı diyelim.

Yapmak istediklerimi anlatınca macera peşinde olmadığımı söyleyen tek kişinin .. abi olması normal sanırım. Bosna'da savaş sırasında çektiği fotoğrafın manşetten girmesinin hikayesini anlattı bana. İnsan avının olduğu o dönemlerde deklanşöre basmasıyla kafalarının üstlerinden uçuşan mermilerden kaçmalarının bir olduğunu anlattı. O günlerin kötü olduğunu ama o zamanları bazen özlediğini söyledi.

- Eskiden işler bu kadar çamura batmış halde değildi Mimi. Ben büyük üniversiteleri bitirmedim belki ama olduğum yere de babamın hatrına oturtmadılar beni. Polis muhabiriyken en az onlar kadar tehlike içindeydik bizde, savaş muhabirliği döneminde yaşadıklarımızı bir kitap yapsak belki satmaz şu an ki piyasada bilemiyorum, zaten orda gördüklerimizi anlatacak kelimeleri kolay kolay bulamayız sanırım, ablana tedaviye gitmemiz gerekir ehehehe.

Önündeki boşluğa takılıp giden gözleri, psikopat ablam ne iş yapar işe başlamış mıdır yardım ister midir konusuyla eski yerlerine döndüler.

Çok rahatsızlık duyuyorum aslında belli insanlara gidip benim şöyle şöyle bir durumum var yardımcı olur musunuz demeye. Ama işler başka türlü yürümüyor maalesef.

O halledilmesi gereken işim ne derseniz. Sierra Leone'ye gidip mülteci kamplarında bulunup bir yazı dizisi hazırlama planlarım vardı uzun zamandır, bir dahaki sene okul bitince istediğimi yaparım diyordum ama baktım ki okulun bitmesi o kadar da önemli değilmiş o yüzden çalışmalarıma hız verdim. Daha sonra önce Avrupa ülkelerine gitmek istedim, fotoğraf çekmek ve bir dergi veya gazete için haber yapmak amacındayım. Öğrenci kimliğim hala elimdeyken hiç olmadı gezerim diyorum. ... abi ile olan görüşmemi Birleşmiş Milletler'e mülteci kampları konusu için yaptım. Vize sorunu olayı. Ayrıca San Fransisco'daki bir sanat okulunda senaryo yazarlığı kursuna gidecektim, dil sınavı literatür vs derken hazır gibiyim sanki, o iş bu işten önce olursa Amerika vizem olduğu için bürokrasi meselesini daha kolay hallederim diye düşünüyorum. Farklı birşeyler daha yapabilir miyim /yapabilir mi diye .. abi ile konuşmtum yani anlayacağınız. Bilmiyorum ne olacak. İstediğimi yapabilecek miyim yoksa "en azından denedim" mi diyeceğim.

Bu ülkede isteğinizin veya yeteneğinizin olması her zaman yeterli olmuyor, nitelik sayılmıyor, bunun farkında olup birilerinden "bir gün karşılığını vereceğiniz zamanın geleceği bir yardım" istemeniz gerekiyor. Ben yardım istiyorum ve istemeye de devam edeceğim. Ayrıca bu iş için çok para harcayıp hiç para kazanamayacağım gerçeği ironik diye adlandırılabilir sanırım, o da başka bir konu.

Ya da bakarsınız bir gün bazılarının yaptığını yaparım. Belki siyasetle içli dışlı olan akrabalarımdan biri milletvekili olur ya da yerel seçimlerde İstanbul ilçelerinden birine başkan olur veya direkt hükümetle ortaklık yapar falan bende bir köşede kendime bir mevki edinip 5 yıl işe bile gitmeden maaşımı hesabıma yatmış bulurum. Her ay 3-5 bin lira yeter canıım!..

_______________________________________________________









Bu kareler 2007 yılında Farnsa'da çekildi. Fotoğraflar Véronique Sala'dan. Eski klasörleri karıştırırken buldum. Görün istedim.

25 Ekim 2008

Yassak Hemşerim Gi-re-mez-sin!...

.
.
.
Blogger'ın mahkeme kararıyla erişimi engellenmiş, tüm bloggerlara hayırlı uğurlu olsun efenim, ben yasakçının daniskasıyım, hı hı evet.
.
.
.

10 Ekim 2008

.
.
.

Gidebilirim aslında. Hem de 4 gün içerisinde. Ama yalnızlık feci koyar...

Birilerini arar hep gözüm sonra ruhum melankoliye sarar.

Eiffel'in altındaki bir küçük caféde garsonluğa başlarım, kimsenin ilgisini çekmem, maaşımı şarap ve peynir olarak alırım, belki biraz da croissant...

Bir minik odacıkda yaşayabilirim. Balkonu olur 3metrekarecik, her yanı fesleğen kokan... Bir bisiklet eski, kırmızı... Radyo ve gramafon tozlu sıcak... Tek parça elbiseler ve babetler, sadece Pazar günleri giymek için. Bir yazı masası ve kurşun kalemler... Tüm mal varlığım.

Radyo'da Mahler çalar her akşam belki biraz da Schubert. Bazı geceler Aznavour, Piaf ve Mathieu çalarım belki... Her akşam french vanilla cappuccinomun yanına bir doz Benjamin Biolay alırım, basit yaşarım... Koşturmam gereken işler-kişiler olmaz.

Arada ziyaretime gelirsin yanıma kıvrılıverirsin. Gelirken bir şişe Çankaya Beyaz getirirsin. Yarım kalmış hikayelerimi bitirmiş olurum yüksek sesle ilk sana okurum...

Gideceğin akşam 短歌 çalarım arkandan. Ne daha büyük bir ev ne daha çok para ne daha fazla insan isterim o zaman.

Gidebilirim aslında 4 gün içerisinde. Bir daha dönmem belki de... Artık bekleme beni Ortaköy sahilde...

06 Ekim 2008

Mimi is listening to Elliott Smith in these days...

Biraz müzik sıkıştırayım araya, 4bin küsür parça ayıkladım tatilde, ipod'u doldurdum, gözümün önünde listeler uçuşuyor... Dinlediğim parçalar olmazsa her sabah yataktan kalkmak için pek bir nedenim de olmazdı sanırım diye düşünüyorum bazen, duyan "amma saçmaladın" diyor, takmıyorum pek...

Çok sıradan biriyim azizim, bazen sıkıcılaşıyorum bu yüzden, ama yine de idare ediyorum. Hangi günde olduğunu bilmeyen insanlardan oldum. Ama bunu da pek sorun etmiyorum, şu an ki en büyük sorunum akşam ki çorbanın bitmiş olması, çünkü tadı çok güzeldi ve bir daha öyle bir çorbayı ne zaman içerim bilmiyorum. Böyle bir insanın dinleyeceği türde şeylere takılmış sayılırım bu aralar, belli bir müzik zevkine sahip olmayan biriyim, bu tür bir cümle kuran kişi müzikten pek anlamıyordur demişti bana bir müzik adamı, bende cevap olarak "yani sizler anlatabiliyorsunuz?" demiştim. Bozulmuştu sanırım...

Bu ara (hatta şu an) Elliott Smith dinliyorum, sakin sakin günü bitiriyorum işte. Müzikal geçmişi benim müzik dinlediğim yıllarda başlayan insanları daha bir farklı seviyorum sanırım, hani aynı jenerasyon içinde yaşamış olmanın verdiği bir yakınlık falan olsa gerek bu. Ya da buna benzer bir saçmalık... Elliott Smith öldürüldüğü zaman çok farklı hislerle üzülmüştüm, arkasından "ah" diyerek bir iki damla tuzlu yağmur akıtmıştım, hani çok çok büyük bir fan değildim ama aynı zaman dilimini tüketmiş ve onun müziğini zevkle dinlemiş biri olarak, ölenin arkasından tutulan yas klişesinin dışında bir üzüntü yaşamıştım. Bunun şu an bile saçma geldiğinin farkındayım ama bende pek genel bir kişi sayılmam sanırım, genellemeler yaparak anlatmayı beceremiyorum bazı şeyleri, anlayabilenler var beni biliyorum, o yüzden cümleleri uzatmaya devam ediyorum.

'97 veya '98 yılıydı sanırım, kuzenimin arabasında dinlemiştim ilk, hangi parçaydı hatırlamıyorum, kaseti çıkarıp Elliott Smith adını almıştım ve tanışmamız böyle olmuştu. O yıllarda teknolojik açıdan büyük eksikler yaşıyordum, şu an ki olanaklarımıza sahip pek arkadaşım da yoktu açıkcası ve bulabildiğiyle idare etmeye çalışan diğer gençler gibiydim işte. Yine de iyi bir takipçi olduğumu düşünüyorum. Ve şimdi düşününce '98 yılı o kadar da uzak gelmiyor, nasıl bu kadar değişebildi herşey diye şaşırıyorum yine. Bu başka bir konu ama...

Uzatmıyorum daha çok, hiç dinlememiş olanlar kendileri keşf etsin isterim hep. Ben ne dersem diyeyim zaten sizin ne duyduğunuz önemli. Ama Elliott Smith dinleyip de "beğenmedim bu adamı" diyen birine daha rastlamadım o yüzden az sonra koyacağım parçaları pek beğenmeseniz bile lütfen bana bildirmeyin, hani yüzsüzce bir istek gibi oldu sanki ama bunu küstahlık olarak değil, müzik sayesinde hiç tanımadığı insanlarla arasında güçlü bağlar kuran birinin isteği olarak alın lütfen. Elliott Smith'in en sevilen parçalarından biridir Between The Bars bir de benim sevdiğim Miss Misery var. Bir de Morning After(Say Yes) var, uyanınca mırıldanılan parçalar listemde üst sıralardadır. Soundtrack olarak bir kaç filmde duymuşsunuzdur bu parçaları eminim, (ki Good Will Hunting filmindeki parçaları ile Oscar'a aday olmuştur Smith) Akan bir sahnenin altına konulacak yegane seslerden biriydi Elliot Smith. İnsanı yormayan cinsten...

04 Ekim 2008

Küçük Şuuşu...

Bundan sonra uyumam herhalde...





Şu gördüğünüz güzelliği çok özledim, tatilden döndüğünde bende tatilimi bitirmiş ve İstanbul'a dönmüş olacağım... Sırf onu çok özlediğim için yazıyorum bunları...

Üst kat komşumuzun mini mini kızı Zeynep Hanım'dan bahsetmişizdir sanırım, ben pek bahsetmemişsem de Lady Jade bahsetmiştir diye düşünüyorum. Zeynep Hanım henüz 4 yaşında, doğduğu zaman punktı, bu fotoğraftaki bebekten daha çok saçları vardı ve doğuştan punktı, saçın doğal şekli yani... Zeynep Hanım 1 yaşındayken "darkness imprisoning me, all that i see, absolute horror, i cannot live, i cannot die, trapped in myself, body my holding cell..." sözleri eşliğinde kafa sallamayı öğrenmişti. Sonraları evden uzaklaşmak zorunda olduğum okul günlerimde kendisine o kadar tembihlememe rağmen kendini ATC gibi hoppidi gruplara kaptırmıştır. Sonradan düzeltmeye çok uğraştım ama şu an arada duyduğu "more pain and misery in the history of mankind, sometimes it seems more like the blind leading the blind, it brings upon us more of famine, death and war, you know religion has a lot to answer for..." sözlerine kafasını "ee hadi sallıyım bari Mimi ablam üzülmesin" diyerek eşlik ediyor, bu zamanlarda eski günlerine geri döner gibi oluyor ama akabinde "meenim sarkımı açsana!" diyor ve Mika'dan Love Today'i dinliyoruz, sonra Lollipop ve tüm albümü!... Elephant Gun dileyip salonda dans ettiğimiz zamanlar dışında artık ortak bir müzik zevkine sahip değiliz maalesef. Ama bu Zeynep Hanım'ı sevmeme ve aşkım dediğim iki insandan biri olmasına engel değil.

Zeynep Hanım'a genelde "Şuşuuu" diye sesleniyorum. Bunun hiç bir manası yok. Şuşuu; "küçük hanım cici bici kokoş" kelimelerinin tek bir kelimede toplanmış hali gibi bir kullanım aslında, Fransız aksanı ile söylendiğinde daha bir çekici oluyor. Zeynep Hanım'ın ilk lakabı Cuculus Caronus idi. Bildiğiniz guguk kuşu yani. Ben takmıştım tabi ama filmden etkilendiğim için değil, 2 yaşına kadar en sevdiği oyun olan "Guguuuk Ceeee" oyununda en çok guguk dediğim zaman güldüğü için. Sanırım Cuculuusss diye seslene seslene bir şekilde onu Şuşuu'ya döndürdüm.

Zeynep Hanım psikopat olan ablamın üzerinde yaptığı testlere bakılırsa yaşına göre zekası çok ilerde olan çocuklardanmış. Ben buna katılmayarak sadece afacan bir çocuk olduğunu düşünüyor(d)um. -dum diyorum çünkü söyledikleriyle ağzımı bir karış açık bıraktığı an ondaki afacanlığın sadece yaramazlık ve haşarılık olmadığına inandım.

Bir yaz akşamı bizdeki mesaisini doldurduğu günlerden birindeydik (Zeynep Hanım'ın mesaisi yaz saati ile sabah 10 gece 11 şeklindedir) babam annemin istediği bir şeyi almayı unutup geldiği için annem biraz sitem etmişti kendisine şakayla karışık, Zeynep Hanım annemin kendi kendine konuşup babama kızmasını izliyordu gülerek, annem bunu fark edip ona döndü ve "Zeynep senin bu Sebattin (Zeynep Hanım'ın dili bu kadar dönüyor babamın adına) amcanı çöpe atacağım" dedi. Ablamla kıkırdadık biz "ehehehe" diyerekten ama Zeynep Hanım ciddiyetle balkonda duran çöp kovasına baktı ve anneme dönüp "ama Sebattin amcam çöpe sıymaz kii" dedi. Sonra başka bir gün koltuklarda zıpladığı için azar işitip ceza almıştı, 15dk. boyunca uslu uslu oturacaktı, oturduğu yerden laf yetiştiriyordu cezayı veren ablama "meen daa küçüüm büyüüünce mi zıplıcam alla allaa!" , kendi evlerinde de zıplama eylemlerini sürdürdüğü için annem bir gün "bak akşamları zıplama koltuklara çıkıp yoksa annene şikayet ederim seni, kafamın üzerinde tepiniyor senin kızın rahatsız oluyorum derim" dedi, cevap aynen şu "sankim ayakkarım kafana deyiyo da" artık bilemiyorum annemin onu kızdırmak için söylediğini anlıyor da ona göre mi cevap veriyor yoksa kendiliğinden mi çıkıyor bu fikirler.

Lady Jade'in makyaj malzemelerine hayran olan Zeynep Hanım, istediği ruju kullanmasına izin verilmediği zaman bizi tehdit ediyor "meende bi daa size delmem istee hıııh" o hııh sesini gerçekten kullanıyor, saçını savurup dönüp gidiyor kapının koluna doğru uzanıyor. Evde 4 tane abla olunca birinden biri "ne oldu Zeynebişkom ne istiyorsun neye kızdın" diye gidip bir şekilde isteğini yerine getiriyor nasıl olsa. Bunu bildiği için en çok başvurduğu replik oldu bu sizi terk ederim bir daha da gelmem cümlesi, yeni taktiği bu. Eve gelen diğer komşu çocuklarına "bu meeve abamın odası, bu Sebattin amcamın pufu, bu miniş abamın bigisayarı, bu metem abamın yataa, bu mine abamın titabı, munları alma buraya delme tamam mı" diyerek evi bile gezdiriyor. İşin ilgiç yanı dokunmaması gereken şeyleri gerçekten biliyor ve diğer çocukları da uyarıyor.

Geçen gün 8 yaşındaki ağabeyi Burak spor haberlerini izlerken yine koltuklara çıkıp zıplamış, ses yapıp abisini rahatsız etmiş, annem dışında evde kimse olmadığı için Burak; "ya zeynep yaramazlık yapıyor beni rahatsız ediyor birşey der misin" diye anneme seslenmiş. Zeynep Hanım'da "murası menim evim tamam mı istediimi yaparım" diye dikilmiş çocuğun karşısına. Sen beni nasıl şikayet edersin diye de kızmış çocuğa. Pazar kahvaltısı yaptığımız bir gün bana bile "ya neede kadı menim çayıım" diye kızdı. Şok oldum "peki getiriyorum hemen" dedim, ablam dalga geçti.

Zeynep Hanım'ın Kasım aynın başlarında bir kız kardeşi olacak. Kendisini kardeş konusunda kandırmaya çalışıyorlar ama hiçbir zaman kanmıyor. Annem "ooo senin kardeşin çoktan doğdu ki ben içerdeki sandığıma sakladım onu benim kızım oldu orda bakıyorum ona" diyerek kızdırmaya çalıştığı zaman şu cevapları aldı sırasıyla "o zaman annemin kaynındaki sislik ne" "hem senin bisürü tızın var taydeşimi niye aydın ki" "bebeyk daha o men büyüüm bi kere". En son neden öyle söyledi ben de çözemedim o an. Kardeşi doğduğu zaman papucunun dama atılacağını söyleyip kızdırmaya çalıştıklarında "men meeve abamla istanbula dittcem orda talcam ki taydeşim dounca" şeklinde cevap veriyor. Bana taşınacak yani, kesin bavulu falan da hazırdır zaten. Ne derseniz deyin verecek hep cevabı olan bir çocuk, hiç bir şekilde altta kalmıyor.

Son olarak geçen gün oyuncak bebeğimiz Ayşegül'e sarılmış olarak bulmuş annem kendisini. Ayşekül 70cm boylarında bir bebek, kendine arkadaş yapıyor genelde onu. Annem hiç kıpırdamadan öylece durmasına bir anlam verememiş ve "Zeynepciğim ne yapıyorsun?" diye sormuş tatlı tatlı, aldığı cevap aynen şu "tarabiberim oydum men" önce anlamamış annem tabi ne olduğunu, ilk anlattıklarında bende anlamadım zaten sonradan kavrayabildim. Tanıştırayım bunlar bizim tuzluklarımız.

Ayşegül serisini hatırlayanlarınız vardır, işte o seriyi çok sevdiğimiz için Ayşegül koymuştuk bebeğimizin adını, şimdi de yeni nesil bir Zeynep Hanım'ımız var tıpkı çok eskilerde kalan Gül Hanım'ın Annesi gibi...

28 Eylül 2008

Geldim Laan!..

Penguen'in hatırlayamadığım bir yaş günü kutlamasında sarf edilmiş bir cümleydi bu "Geldim Laaan!.." çok gülmüştük, hala da gülüyorum, yani eski zaman mazi olmuyor anlayacağınız... Neyse.

9 günlük bayram tatili diyerekten İstanbul'u terk eyleyerek ailemin yanına geldim cuma akşamı. Dünden beri de leş gibi hastayım. Sanırım otobüsten indiğim sırada geçirdiğim o titreme nöbetiniyle alakalı birşey. Oysa hava soğuk diye siyah montumu almıştım yanıma. Tedbirsizlik yapmadım yani. Eskiden hiç dikkat etmezdim böyle şeylere, 20 yaşına girene kadar üşümeyen, hasta olmayan süper güçlü biriydim sanki, yaşlandıkça kaybettim süper güçlerimi. İlaç kullanmaya karşı bir Mimi Wonka olduğum için çorbalar ve çaylarla kendimi tedavi ediyorum, naneli şeker, sıcak şekerli suya 2 damla limon ve çay vazgeçilmezlerim. Tatil bitimine yakın iyileşirim diye düşünüyorum. Bakalım...

Ablam Google Chorme kullanıyor, o yüzden evdeki masaüstüne de indirmiş bu mereti. Ateşli tilkimiz yerine onu kullanayım dedim, blog yazılarınızı ordan okudum, hoşuma gitti. Minimalist pencere düzenini sevdim en çok. Gerçi bir kaç ayar lazım sanki, özellikle yazı karakterleriyle ilgili... Geldiğimden beri internete bakmak gelmedi içimden, malum hastayım, ayrıca muhteşem insan ablamla laklak edip film izledik. O yüzden biraz film muhabbeti yapacağım;

İlk olarak John Woo'nun Chi Bi filmini izledim,( sonunda!..)
ikinci bölümü bekliyorum dört gözle. Aralık'da Asya'da vizyona girecekmiş. Asya dışında tek bir film gösterimi olacağını okumuştum, 2 ayrı film yerine tek film olarak vizyona sokulacakmış Chi Bi. Tabi bizim ülkemizi Asya mı yoksa Avrupa mı olarak görüyorlar tam bilemeyeceğim :) Asyalılara göre Avrupalı, Avrupalılara göre Asyalı olmak garip bir durum tabi. Chi Bi izlenilesi bir film, Han Hanedanlığı'nın son dönemleri ve Üç Krallık dönemine giriş sürecinde yaşanılan tarihi bir savaşı konu alıyor. Savaşın nedenini ilk filmin sonlarına doğru öğrendiğimde "ahh ahh" diyerek gülümsediğimin ayrıca altını çizmek isterim.

Sonra hayran kaldığım bir başka film daha var. Lonely Hearts... John Travolta, James Gandolfini, Salma Hayek ve Jared Leto tek kelimeyle harika oyuncular. Gerçek bir hikayeden uyarlanan film 1940'ların sonunda, Amerika'da "Lonely Hearts" lakaplı iki katilin Martha Beck(Salma Hayek) ile Raymond Fernandez(Jared Leto)'in hikayesini anlatıyor. John Travolta ve James Gandolfin'nin iki dedektifi canlandırdığı film izlemeye değer bir yapım. Hikayeyi Gandolfini'nin ağzından dinlemek ayrı bir keyif zaten.


Bir de Kilit diye bir tv filmi izledik Türk yapımı. Altan Erkekli, Gürgen Öz ve Vahide Gördüm başrollerde. Açıkcası ben pek isteyerek koymadım filmi, diski yuvasına doğru iterkene içimden "ya şimdi vıcık vıcık birşey çıkacak biliyorum" diyordum, hani Gürgen Öz faktöründen dolayı Altan Erkekli gibi bir ismi bile es geçmeye razıydım. Ama gelin görün ki çok eğlendim ve de hayran kaldım filme.
Uzun zamandır felsefe kokan türk yapımları izlememiştim(ki kaç yıldır izlemedim kısa filmler dışında türk yapımı)Sonradan öğrendim bu film vizyona da girmemiş tvde de gösterilmemiş, ilginç yani. Bulup izlemenizi öneririm; kilit açmada usta bir hırsızın, hapisten çıktıktan sonra taşındığı mahallede aşık olduğu hanıma yazdığı mektupla başlıyor film, aşık olduktan sonra hayatını sorgulayan bir adam ve eski zamanlardan çıkıp gelen geveze bir dolandırıcı... Birlikte banka soymaya karar veriyorlar ve olaylar karışıyor. Gülümseyerek izlenecek bir film. Arada geçen bazı cümleler vurucu, durup ne güzel söyledi yahu dedirtici. İzlemeye değer bir yapım bulun ve tadın derim.

Bu 3 naçizane film dışında Willem Dafoe filmi The Reckoning izledim. Konusu hoştu ama film biraz ağır kalmıştı sanki. Daha başka Adam Sandler filmlerine takıldım, You Don't Mess with the Zohan ve Mr. Deeds izledim. John Turturro ve Rob Schneider ile ayrılmaz olduklarını gözümüze soktular tekrar tekrar. Çok eğlendim ama. Özellikle Mr. Deeds'in sonunda "These things are damn fast!" diyerek son model arabasını ağaca çarpan çok sevgili Crazy Eyes Steve Buscemi'nin "I'm alright" dediği sahne için izlerim o filmi tekrar tekrar ehehe=)

Bir de bir reklam var tv'de dönen, bir internet sitesinin ya da öyle bir şeyin bilemiyorum. Mount Wroclai çalıyor. Ablam bunu duyunca bana dönüp "Vaaay senin Zach ayağa düşmüş bakıyorum, reklam müziği falan ne iş" diyor, dalga geçiyor. Sinir olup birşey diyemiyorum, şaşırıyorum ilginç diyorum. Harbi ilginç!
___________________________________________________________________

Çook Sonradan Eklenen Not: Yahu bugün F1 izledim hani hastayım falan, yatarak yapılacak en iyi aktivite de tv izlemek malumunuz, oturup F1 izleyeyim, hani eskiyi yad edeyim hoş olur vs dedim ama o da ne? Yarış gecenin bir yarısı yapılyor! Singapur'da ne zaman pist yapıldı da takvime eklendi onu da bilmiyordum (gerçi yeni eklenmiş takvime yarış sırasında öğrendim). 3-4 yıldır takip etmediğim F1 çok s.kindirik bir hal almış zaten hacı, bir kere neden yarım depo ile start alıyor arabalar anlamadım. Nerde o eski 8-9 saniyelik pit-stoplar, peheey!... Gerçi bayadır eski hız ve heycanı göremiyordum yarışlarda o yüzden kopmuştum. Yani yarış dediğin tehlikelidir, heycanlıdır, adamı hop oturtur hop kaldırır, yanlış mıyım okuyucu? Anlamıyorum o kadar gereksiz önlem niye alınmış. Önlem tabi ki de alınacak ama eski zevki alıp götürdükten sonra ne anladım ben yahu, markaların motor yarıştırma olayına dönmüş sanki, yan tarafta da lastik firmaları çekişiyor, sanki 10 tane lastik firması var hanunaaa! Kızdım yani yalan değil, birileri pite girecek de pit çıkışında öne geçme yarışı yapacak ya da start-finish düzlüğünde çekişecek veya bir kaç üfürükten virajdan sonra sağlı sollu geçiş arayacak da vs vs... Nedir bu ruhsuzluk yahu!... Ulan ben yaşlandım da eski heycanımı mı kaybettim yoksa bu Allahsızlar para uğruna tutkularından mı vazgeçtiler anlamadım, ya da para tutkusu adrenalin duygusunun önüne geçti bilemeyeceğim. Ha diyeceksin ki "lan Mimi ne biçim kazaydı abi kör müydün görmedin mi renoyu?" değildim abi ama heycan yaptıramadı bana o kaza, Massa'nın olayı da tamamen talihsizlik, F1 dediğin kazayla talihsizlikle heycan yaratmamalı, yani daha doğrusu heycan için bir kaza beklenmemeli ekran başında. Ok mi? Oh ayrı da bir yazı yazarım işte böyle not diye, sustum efendim tamam.

Pist güzel olmuş ama; Monaco'daki gibi tunel falan hoş yani. Ama Monaco daha güzel dimi.(?)

25 Eylül 2008

Kendime Not:


Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.
Sadece yanlış bayraklar dalgalanır.
Size Tanrı olmadıklarını söyleyen insanlar aslında aksini düşünürler.
Tanrı başarısızlıkların bir icadıdır.
Tek cehennem bulunduğun yerdir..
.
.
.
Harikulade bir insanım.
Siz de öylesiniz.
O da öyle.
Güneşin sarı nabzı ve dünyanın görkemi de...

Charles Bukowski

22 Eylül 2008

Alaturka Yaşamak (bir ay için bile olsa...)

Ramazan'ın en sevdiğim yanı iftar yemeklerine davetli olmak. Şöyle ki beleş yemek bir yana, muhabbetti sazdı sözdü pek bir farklı eğlenceli oluyor.

Geçen haftasonu iftar yemeğine gidip yemiş içmiş sonrada futbol izlemiş, playstation oynamıştık gece saat 1'e kadar falan. Eve 3 gibi dönmüştük. Kalabalık sofralarda "hahaha hihihi hehehe" şekilinde tıkınıp muhabbet etmek, sonrasında çay kahve içip sevdiğin insanlarla takılmak çok güzel bir şey. Arkadaşlarla bar ortamında müzik dinleyip eğlendiğimiz, konsere gidip coştuğumuz zamankinden çok farklı bir hazzı var bu iftar yemekleri olayının. Bir kere tamamen alaturka... Mis gibi yemek olayı var, cips bira pizza falan kurtarmıyor yani, adam gibi donatılıyor sofra. Oruç tutmasan bile o top atılıp ezan sesini duyana kadar oturup bekliyorsun diğerleriyle, çocukken oruç tutmaya çabalayıp akşama kadar dayandığım ama ezana 2dk. kala önümdeki ev yapımı mis gibi erik suyunu mideme indirdiğim zaman geliyor aklıma her sofra başı beklemelerimde, farklı bir mutlu oluyorum "ahaha" diye kıkırdıyorum hatta.

En az 2 demlik çay tüketiliyor yemek sonrasında, arada bir yerde türk kahvesi geliyor mis gibi... Fal falan bakmaya çabalayıp kahkahalara boğuluyoruz, güzel oluyor. "Annem olsa süper sallardı hacı!.." diyorum çevremdekilere. Geçen haftasonu katıldığım süpsüper iftar yemeğinin ardından ev sahibinin zorlamasıyla bir güzel kareoke bile yaptım okuyucu sorma! "Benzemez kiiiiimse saanaaa, taaavrına hayraaan oolaaayıım" diye yeri göğü inlettim. Dedim ya herşey alaturka, babamın TRT4'te dinlediği o güzel parçaları çalıyoruz fonda, alttan alttan geliyor mis gibi.

Bu geçtiğimiz haftasonu icabet ettiğimiz iftar yemeğinde ise, yine yiyip içip muhabbet olayına girmişken içeri bir gramofon getirdiler efenim, bildiğiniz o eski çok eski taş plaklardan çalındığı alet. Çızırtılı böyle... Türk sanat müziği büyüledi herkesi yalan değil, hani normalde hiç birimiz denk gelmediği sürece özel bir istekle açıp dinleyecek değiliz o parçaları ki zaten çoğunu bilmediğimizi fark ettik o gece. Ama oturup kendimizden geçerek dinledik her notayı...Antika meraklısı T. Bey sağolsun taş plaklarını çıkardı bizim için gün ışığına, kıymetlilerini... Ciddi ciddi dokundurmuyor adam, alıp bakıyorsun bi sonra hemen hop kılıfını geçirip ahşap saklama kutusuna. Çizilmesin, başına birşey gelmesin diye ne kadar özen gösteriyor bilemezsiniz. Hayran kaldım bu sene 2. keredir birine. Türk sanat müziği dışında eski fransız ve amerikan plaklarını da çaldık ki ben Edith Piaf çalarken kendimden geçtim okuyucu. Yüksek çözünürlükte, bilmem neli kelli felli kaliteli ses sistemlerimiz var eyvallah, ama hiçbiri o eski gramofondan çıkan sesin yaşattığı duyguyu yaşatamaz sanırım.

Bir de ramazan ayının insanı içine çeken o alaturkalılığın etkisi var tabi. Bir eski edebi eserin içinde yaşıyoruz havası... Eski istanbul zamanı,cumbalı ev havası... Süslü fincanlarda türk kahvesi içmenin keyfi çok çok başka, anlatılamaz. Modernleşmenin ortasında sıkışıp kalmış, benim gibi, çocıkluğu sıcak renklerle geçerken, hızlı bir yenileşmenin içine bir anda düşmüş biri için, iftar yemeklerinin yeri çok çok ayrıymış onu fark ettim...


ÇukurNot: Dinlediğimi taş plakların etkisinde kalıp çok güzel bir albüm edindim efenim, onu dinleyip yazıyorum zaten yazıyı =D Bilindik kitabevi ve müzik marketlerden ulaşabilirsiniz, ya da ben üşenmezsem isteyene upload edebilirim ehehehe... Agop'un Meyhanesi, Kallavi Meyhanesi, KorNiko'nun Meyhanesi,Topal Yorgo'nun Meyhanesi, Madam Despina Meyhanesi, Kumkapi Meyhaneleri diyerekten 6 adet cdden oluşan bir set. Taş Plak Meyhaneleri adında, tadında... Arada nostalji yapacağım alaturka!!!

20 Eylül 2008

20 Eylül 2008 00:01 gibi...

...

Bana bir ölü lazım. Hakkında hikayeler uyduracağım...

Başka bir şey düşünüyorum aslında, geceyarısı güneş tutulsa mesela, günaydın geceyarısı desek sonra. Ya da hoşçakal güzel aydınlık deyip körlüğü seçsek. Bildiğimiz sokaklarda kaybolup, başkalarının rüyalarını görsek, körlük sayesinde her an kıyıda yaşasak hayatlarımızı... Sadece uyurken düşlesek bizi yaşatanları ve öldürenleri...

Başka bir şey düşünüyorum aslında... Ya yazmak ya da yaşamak, dedim ya bir ölü lazım bana ya da yarım kalmış bir hayal daha...

Ben kiralık bir katil olsam mesela, huzursuzluğun kitabını yazsam, bildiğim bir sokakta kaybolsam her gece öyküler mırıldansam birilerine ve cesedimi bulsalar denizde...

Ömür diyorlar işte buna...

Ve bir de...
Gün hiç eksilmesin penceremden,
Hayatı oluruna bırakmayı başarabileyim,
Seslendiğimde cevap gelmese bile,
Orda olduğunuzu bileyim...

Peki penceremden içeri bakan kim?

...

Bunun ne olduğunu anlayana bir yemek falan ısmarlamam lazım aslında, yapsam mı öyle birşey? Hanginiz oturup uğraşır bilmiyorum gerçi. Neyse azizim, buralardayım ben...

16 Eylül 2008


Bak aklıma ne geldi insan. Yok aklıma birşey gelmedi aslında. Sadece bir şey anlatmak isteyip de nasıl başlayacağımı bilemedim. Bak, pek bir şey söyleyeceğim de yok hani. Başladım bir kere, sonuna doğru çözeriz birlikte. Sen bakma bana. Git bi çay koy kendine ya da sigara yak. Yavru kedi, köpek videosu falan izle. Vaktini boşa harcama burda benimle.

Bunları daha önce de duymuştum diyorsun, biliyorum. Hatta "Bunları daha önce de duymuştum diyorsun, biliyorum." diyen birini de daha önce duymuştun, biliyorum. Prim yaptım mı şimdi? Yaptın diyenin poposunu pandikleyeyim.

Ne akla hizmet kendimi ifade etme peşindeysem, ben de anlamadım. Kime, niye? Beynim sulandı sanırım ki zaten beynim bir sıvı içinde duruyor kafatasımın içinde, her yanı yapış yapıştır şimdi. Bazen burnunuzdan akabiliyor bu sıvı, ama siz genelde grip oldum sanıyorsunuz, tehlikeli lan aslında, düşünsene sümkürüyorsun bir gün lavaboda normal normal böyle, bakıyorsun frontal lobundan bir parça beyaz beyaz böyle... "Korktun mu? Korkmamalısın, çünkü sana şaka yaptık" falan diyen bi cibiliyetsiz de yok etrafta... Kötü yani, ama ben konuma döneyim, yeter bu kadar çağrışım.

Bak insanlığı aydınlatacağım az sonra, öpüp başının üstüne koyacaksın beni. Küstahlığımda az biraz öfke var, evet. Ne zekiyiz değil mi? Başka evrenlere alemlere gerek yok yani...

Kimdi? Hani galaksileri camdan minik küreler olarak betimleyip, afacan bir çocuğun misketleri yapmıştı onları çiziminde. Sağa sola savrulmuş, bazıları tuzla buz olmuş, çocuk bu manzara karşısında çok mutlu, açıklanamaz bir sevinç içinde... Dur bir dakika, bendim o, hemde kaç zaman önce... Şimdi yine çizdim şu an zihnine. Tırnaklarım biraz daha uzun olsa kazırdım hatta. Ama abartmaya gerek yok değil mi? Sıkmayalım kendimizi.

Tüh bak başka bir şey anlatacaktım. Aklımdaydı hepsi ama yine saçmalamaya başladım.

Relax, take it easy desin bana biri, belki dinlerim kendisini belli olmaz, denemekten bir şey çıkmaz.

Bu dünyada en çok ateşin varlığını sevdiğimden bahsetmek istiyorum. Yanan bir bina, orman, kibrit falan görünce göz bebeklerim büyüyor, hissediyorum... Afyonu ateş olanlardanım yani, potansiyel kundakçı. "Lanet olsun içimdeki bu insan sevgisine" ki yakabilirdim bir yerleri hiç düşünmeden. Dur dur... Öfkem geçiyor gibi. Yukarda espri yaptım ya ordan anladım. Bi öfkelenip geleceğim hemen. Bizde kalmamışsa komşuya giderim bi soluk. Ama fincan mı alsam, tabak mı? Cam mı olmalı, porcelain mi? Yoksa sahte materyal plastik mi? Öfkenin şeklini şemalini, dokusunu kokusunu, ısısını bilemedim şimdi. Rengi; alevin ucundaki parlak kızıl ama, onu biliyorum...

Aklımda süpsüper sahneler var. Ama yazılmaz be kuzum. Sahneyi yazarsam süpsüperliği kalmaz, görmen lazım. O yüzden geçiyorum bu önemli konuyu, bir zaman gelecek görebilme şansın olcak zaten, öylesine aklımdan taştı bir an...

Annelerimizin hayatlarının bir döneminde kesinlikle yaşamak zorunda kaldıkları altın günü, dolar günü, gelsin paralar günü aktivitelerine katılan bir tip vardır hani. Hiç değişmez o, hep ordadır. Şöyle bir görseniz bile siner içinize, kurtulamazsınız bir daha... Tombul koluna zar zor taktığı pahalı taşlarla süslü saati, ayak ayak üstüne atmasına engel tombul baldırları, pot yapmış ince çorabı canımızı sıkar. Yüksek sesle konuşur, birilerinden bahseder hep, tanıyıp tanımadığınız önemli değildir onun için. Böyle bir bildiricidir o görevi konuşmaktır sadece, hiç durmadan, dili dursa bedeniyle konuşur hani... Böyle bir aktiviteye katılmamış olsan bile, bir şekilde hayatına girmiştir o kadın, görümüşsündür onu, tanıyorsundur çünkü zaten hep ordadır o kadın... Hah işte o kadını bildin mi? Ben o kadın olcağım. İnsanlıktan öcümü alacağım...

Öc möc dedim ki möc tamamen sallamasyon pekiştirmece, heh işte öc alacak bir şeyim de yok insan olmaktan başka. Yoksa balina olmak isterdim bana sorsalardı. Bir sabah uyanıyormuşum azizim. Ahanda o da ne? Balina olmuşum iyi mi? Oda küçük gelmiş sıkışmışım, susuzluktan kuruyup ölmüşüm. Çok klas bir ölüm olurdu, dimi?

Hoşunuza gitmeyen bir şeyler duyduğunuz zaman, savunmaya geçtiğiniz o anı bir türlü anlayamıyorum. Karşınızdakini yaralamak için saldırmanızı anlayamıyorum. O kelimeleri nasıl seçiyorsunuz aklım ermiyor. Kimse kimseyi bilerek kırmak istemez inancımı yerle bir ediyorsunuz. Biriniz de " evet haklısın özür dilerim" dese ya da "sanırım yanılmışım" dese. Diyebilse... Başka biri bu şekilde davranınca o kadar şaşırmazsınız. Altında "acaba birşeyler mi planlıyor" gibisinden art niyet aramazsınız. Rahat olursunuz, rahat rahat yaşarsınız. İnsanoğlunun benmerkezciliğini göz ardı ediyor, hoş gürüyordum da, bana bile bu kadarı da olmaz, dedirttin ya ey insan. Kendimden nefret ettim. İyi niyetime acıdım, "zavallım gel içime otur" dedim " tam sineme"...

Son yazı ya, giderayak daha başka neler söyleyebilirim diye durup düşündüm. Bazı şeylerin sonunu önceden görebilen insanlardan olmak çok hoşuma gidiyor mesela. Ukalalığım ve küsthalığımın farkındayım . Aksini hiç düşünmedim zaten. Bana gıcık oluyorsanız canınız sağ olsun diyerek bir gıcıklık daha yapıyorum çok mutlu bir şekilde.

Bir de Galip Tekin'e Kybele'nin sonunu getirdiği için teşekkür ederim. Boyun borcu derler ya ondan. Sonra, yorum yapmaya devam edeceğim diye düşünüyorum, çünkü bende insanım senin gibi, bir şekilde etkileşim içinde olmalıyım işte... Artık yazmayacağım, belli bir dönem için belki de, asla yazmayacağım diyemem, kendime ettiğim bir küfür olur bu. Blog hiçbir zaman görev gibi olmadı zaten, sadece amacına uygun kullandım onu, günce olarak...

Neyse azizim, belki bir şeylere ulaşmış olarak dönerim, ne dersin? Nirvana ya veya Far-vana ulaşamayacağım söyleniyor, dönüp dolaşıp karmamı yaşamak için geri dönecekmişim. Olsun dostlar gelip Karma'mı anlatırım, kahkaha atarız belki, belli mi olur.

Son bir parça daha ekleyeyim de bitsin artık, görüşmek üzere azizim. Takıl gönlünce...

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...