19 Aralık 2010


Anneannem bugün 87 yaşında.

Evdeyken yaptığım tek aktivite, kucağımda bilgisayar, yanımda kahve makinesi, kitaplarım, kağıtlarım, kalemlerim, fotoğraflar ve arkadaşlardan gelen sevimli notlar eşliğinde dizi izlemek.

Ben yatağıma tünemiş kulaklıklarımı takmış dizimi izlerken, anneannem yatağımın karşısındaki kanepede oturup dizlerine battaniyesini örtüyor her zaman. Arada bana sorular soruyor.

- Şimdi sen kaç yaşına geldin neni? (neni anneannemin bize hitap şekli)
- 24 oldum anneanne.
- Ben 24 yaşındayken evlenmiştim dedenle, tam 24'ü doldurdum evlendik. Teyzen de 24 yaşındaydı evlendi, annen 23'tü ,24'e girmesine az kalmıştı.
- Şimdi buradaki sonuç benim bu senenin bitmesine şurada 15 günden az kalmışken, acilen evlenmem gerektiği mi?
- Okulunu bitir, iş bul, çalış, paranı kazan, sonra tabi evleneceksin. Daha geç olmadan.
- Hmm... Anneanne ablam 25 oldu biliyorsun değil mi? Okulu bitirdi, işi de var. Neden sadece benim evlenmeme takıldın sen peki? :D
- Ablan bulur beğenir birini evlenir ama sen çok değişiksin neni. Hatırlatmak gerekiyor böyle şeyleri sana.

*

Aşık olmayı hatırlatmak gerekiyor bana, birini sevmem gerektiğinin hatırlatılması gerekiyor, 24 yaşına geldiğimin hatırlatılması gerekiyor. Anneannem belki de çok farklı şeyler düşünerek söyledi şu " hatırlatmak gerekiyor böyle şeyleri sana" cümlesini. Ama sanki ben sarsıldım biraz.

İnsanın "daha iyi olan yarısını" bulması kolay değil. Özellikle ne istediğini bilen biriyseniz. Aşık olmak öyle; bir an da birini görüp arzulamakla veya birilerine umutsuzca ihtiyaç duyduğunuzda karşınıza çıkan ilk insana sarılmakla elde edilen bir şey değil.

En azından benim için.

Farkındayım herkes kendisinin daha değişik olduğunu, daha farklı bir şeyler aradığını söylüyor.

Aslında öyle değil.

Uzun süren ilişkileri olan tanıdığım insanların zaman zaman bana gelip dert yandıkları anlar oluyor. Her seferinde ilgimi çeken hatta beni hayrete düşüren bir cümle sarf ediyorlar.

"Onu hiç anlamıyorum."

"HİÇ"

O senin aşık olduğun insan ve sen onu hiç anlamıyorsun? Ama aşıksınız, tek ruh tek vücut...

Üzülüyorum...

Kaç kere aşık olabilirsiniz ki? Birine onu sevdiğinizi söylediğiniz zaman gerçekten samimi olduğunuz kaç an olabilir ki? Ve nasıl olur da onu "hiç" anlamazsınız?

Karşını(mı)za çıkan her insanı kategorize ediyorken, aşkı bulduğunu, deli gibi sevdiğini söyleyip peri masallarındaki gibi evlilik planları yapan insanların ne kadarı "gerçek" geliyor gönlünüze?

Ben her insanı olduğu gibi sevmeyi öğreneli çok oldu, zor oldu. O günden itibaren fark ettim ki aşkı aramama artık gerek kalmadı.

Bekliyorum, durup dururken "hadi kalk gidiyoruz..." diyen birini sorgulamayacağım o günü.

*

- Anneanne hesaplarıma göre dedemle 50 küsür yıl evli kalmışsınız?
- Ahhh neni, ahh.

*

Aşk'la kal okuyucu, hangi dilde olursa olsun!

08 Kasım 2010

Fotoğraf makinesini tamire yollamış olan ben, hizmet karşılığı vereceğim 150 TL tutarındaki nakit parayı Tüyap'ta bir güzel harcayarak kitaplara yatırmış bulunuyorum. Ayrıca sevgili halamın verdiği açık mavi banknotu da aynı yerde aynı şekilde harcadım. Bunun yanında kredi kartımla 8 ve 11 taksit halinde 2 ayrı alım daha gerçekleştirdim aynı yerde.

Sonra "Enaaaam indirime girmiş bu tişörtler, kotlar, montlar, çantalar, eşofmanlar, çoraplar, donlar vs...." diyerekten yine bir takım "olmazsa olmaz", "hayatta kalmak için çok çok lazım olan ihtiyaç malzemeleri", "yangında ilk kurtarılacaklar" başlığı altında listeleyebileceğimiz şeylerden almak zorunda kaldım.

Sonuç olarak bayramdan önce fotoğraf makinemi alamayacağım gibi, bayramda kimseye hediye falan da alamayacağım. Olsun ne yapalım. (üzgün smiley)

Bir zamanlar yine bu sayfadan seslenip, fotoğraf makinem için para istemiştim okuyucularımdan, hatta hesap numaramı da vermiştim ama hiç biriniz 1 lira bile yollamamıştınız, insafsızlar!

O yüzdendir ki maziden feyzalıp aynı hataya düşmeyeceğim. Bayramdan sonra çalışan insanlar ordusunun yeni neferi olacağım zaten. O zamana kadar vakti zamanında okuduğum osho mosho hinduizm budizm gibi saçmalıklardan aklımda kalan "açlığa dayanmak, paraya ihtiyaç duymamak" gibi felsefik zırvaları yaşamımda uygulayacağım. Planım bu yönde, zaten okuyarak karın doyar diye bir şey duydum ben zamanında ki bende okuyacak kitap çok, malumunuz.

Yine de tüm bunlar işe yaramazsa eğer bana; hazır çorba, deodorant, kalem ucu, sabun, ekmek türü şeyler yollarsınız. Hatta aranızda yemek blogu yazan arkadaşlar varsa eğer kendilerine denek olmaya gönüllü olduğumu bildiririm.

Ayrıca Avrupa yakasında oturup da "ah şimdi akşam yemeğinde Mimi yanımızda olsa ne güzel muhabbet eder, güler, eğlenirdik diye hayıflananlarınız olursa eğer hiç üzülmesinler.

Şaka bir yana. Okula giderken kendimi internetten ve otomatik olarak bilgisayardan uzak tutmak zorunda kalıyorum. Böyle olunca da ne film ne dizi ne de görsel olarak başka bir şeyle ilgilenmiyorum pek. Son 1 ayda okuduğum kitaplardan bazılarını çok sevdim ve kafamda yerli yerine oturdukları zaman gelip anlatacağım.

Ayrıca bu günlerde hayat güzel, garip ve şakacı...

15 Ekim 2010

It's Friday, I'm In Love!

Bugün fenikülerle Kabataşa geçerkene ipodumdan yayılan "you can never get enough, enough of this stuff, it's friday i'm in loveeeehhaaav" parçasına eşlik eden kızıl saçlı hanım kızı son anda fark ettiğim ve kendisine gülümseyip hayfayf diyerekten laubalileşmeye fırsat bulamadığım ve arkasından seslenmek de bir an çok salakca bir fikir gibi geldiğinden susup kaldığım için kendimi suçlu hissediyorum.

Halbüsü o kızıl saçlı kız çok iyi bir insandı eminim. Yanaklarını sıkıp "aman aman yavrucuuğuum benim" şeklinde sevebilirdim onu ilerde, arkadaş olurduk. Güzel olurdu.

Ayrıca bahsi geçen The Cure'un Friday I'm in Love parçasının klibini ne vakit izlesem içim bir hoş olur özenirim o insanların eğlencesine. Tahminen bir çoğunun kafası iyidir o klip çekimi sırasında, en azından sevgili Robert Smith'in her an kafası iyi olduğu için o sırada da iyidir bence hem de çoook iyidir. :)

İzle bakalım bir, sence durum ne?



25 Eylül 2010

Notlar.

Okula gidiyorum, ama sanmıyorum ki bitireceğim üniversiteyi. Fakültenin kapısına varmadan önce içim sıkılmaya başlıyor, istiyorum ki bir şey göreyim bir şey olsun ve ben girmeyeyim o kapıdan içeri. Olmuyor.

Kardeşim 2. üniversiteyi okumak için dershaneye yazıldı, en küçük kardeşim lise son sınıfta ve bu sene sıkı bir programla başladı çalışmaya, ablam 2 yıl gibi kısa bir sürede deli gibi çalışıp işinde sözü edilir başarılara sahip oldu, yakında dünyanın öbür ucuna gitmeyi planlıyor.

Arkadaşlarım sırayla evlenmeye başladı. Bu kış bir sürü bebek hediyesi alacağım hatta.

Sonra sabah annem geldi yatağıma oturdu, bir sürü şey söyledi. En güzeli artık 16 yaşında değilsin belki ama o dönemdeki Mimi şimdiki Mimi'den daha.....

....başarılı, meşgul, eğlenceli, canlı, umutlu, mutlu...

Anneler her zaman abartıyor, herşeyi hem de. Anneme hak veriyorum da açıkcası ben şimdi daha bir benim. Sanırım ben annemin hoşuna giden biri değilim, ne dersiniz?

*

Çarşamba günü. Metrodayım. 3 Alman genç sırt çantalarıyla, haritalarıyla falan paldır küldür girdiler içeri, oturacak yer yoktu tabi. Hiç düşünmeden çöktüler yere, bağdaş kurdular falan başladılar muhabbet edip gülmeye. Çok şekerdiler bence. Onlar kahkaha attıkça benim de gülesim geldi ne dediklerini anlamasam da.

Ama nedense diğer yolcular rahatsız oldu çocukların rahatlıklarından. Kadının biri cıks cıks cıks dedi, adamın biri amma gürültücüler falan deyip yanındaki adamla dedikodu yapmaya yeltendi, üni. öğrencisi oldukları belli olan kızlar, erkekler cool bakışlar atıp yerde oturan gençlerden daha olgun, üstün, zeki vs. oldukları mesajını verdiler etraflarına...

Bütün zevkimin içine ettiler 2. dakikada. Tanımadığım hatta dillerini bile anlamadığım 3 genç adamın kahkahalarıyla mutlu olabilecek kadar pozitif ve insan gibi bir insanken bütün enerjimi bitirip tükettiler o tavırlarıyla.

Çok sinirlendim. Neden hiç kimse gerçekten ama gerçekten rahat olamıyordu. Herkes lafta özgürlükçü, yenilikçi, iyi, sevecen, rahat... Herkes nasıl da yalancı. Nasıl da ikiyüzlüler.

Kalkıp çocukların yanına çömdüm okuyucu. Pat diye kalktım yerimden çıkardım kulaklıklarımı, attım çantamı yere, hoop diye bağdaş kurdum yanlarına. Zerre Almanca bilmem, İngilizce veya az buçuk Fransızca biliyorlar mıdır acaba diye düşünmedim bile direkt "selam" dedim Türkçe. Anlamadılar tabi. Merhaba deyince çaktılar.

Herkes gibi onlarda İngilizce biliyordu tabi ki. Utana sıkıla neden onlar farkında olmasa da vagondaki bazı insanların onlara bu derece gıcık bakışlar attıklarını anlatmaya başladım ve neden benim buna deli olduğumu, neden pat diye yanlarına oturduğumu, neden bizim "biz" onların "diğerleri" olduğunu, neden herkesin bana şapşal şapşal baktığını ve neden biz yerde otururken onların plastik koltukların kralları olduğunu anlattım... Osmanbey benim durağım ama inmedim Taksim'e kadar. 10dk. boyunca metro vagonunda, kapı önündeki boşlukta oturup dünyayı kurtardık o 3 gençle birlikte. Hiç kimse farkına varmadı bu büyük olayın ne derece önemli olduğunun.

Ne isimlerini sordum ne ismimi söyledim. İnsanın birilerini anlaması ve sevmesi için adını, dili, dinini, milletini bilmesi gerekmiyordu çünkü. Ben bunun farkındaydım ve onlarda bunun farkındalar mı diye merak etmiştim sadece, şansımı denemiştim korkusuzca. O 3 genç adam da bunun farkındaydılar ve çok şaşkın olmaları bir yana onlar da insan olmaktan mutluydular.

Taksim'e gelince indik hep birlikte, el sıkıştık küçük kucaklaşmalar yaşadık ve onlar meydan çıkışına giderken ben trene gider levhaarını takibe başladım... Kulaklıklarımı takıp "şimdi bu an'a uygun bir parça bulmalısın Mimiciğim" dedim kendim, ama düşünmek için vakit yoktu, o his uçup gitmeden bir şeyler çalmaya başlamalıydı, "haydi rastgele" dedim sevgilim ipoda, Gripin başladı Dalgalandımda Duruldum... Tamam dedim hadi bakalım, okula dayanabilecektim bugünde...

*

Transını tamamlamış bir Transseksüele "dönme" diyen çok eski bir arkadaşımı hayatımdan çıkardım sonsuza kadar. O neden artık onunla görüşmek istemediğimi anlayamamış durumda ki hala bana "savunduğun insanlara bak Mimi ehahehahae" şeklinde iğrenç cümleler kurarak mesaj atıyor facebooktan falan.

Gerçek şu ki benim çok tanıdığım vardır ama pek öyle arkadaşım dediğim, başka birine arkdaşım diye tanıttığım insan yoktur, azdır. Arkadaş addettiğim her insanla benim için değeri olan belli şeyler paylaşmışımdır ve o insanı aslında biraz da "ben" olduğu için arkadaşım kabul etmişimdir.

Bazen bu konuyu fazla abartmış olduğumun farkına varıyorum. Ah vah edip pek üzülmüyorum ama yine de kızıyorum kendime. İnsanları kolay kolay arkadaş kabul etmeyen biriyken, onları silip atmak, unutmak, hiç tanımamış saymak nasıl bu kadar kolay geliyor anlayamıyorum. Ben kin tutan biri miyim acaba? Ne derece bir öfke hissediyorum ki yaşanmamış sayabiliyorum arkadaş demeyi seçtiğim insanla yaşadıklarımı. Bu da bir ikiyüzlülk değil mi aslında?

Peki neden insanlar değişirken gelişmek yerine sadece yaşamışlıklarıyla idare etmeyi seçiyorlar? Herkes işine geldiği sürece özgürlükçü. Ben bunu bir türlü öğrenemiyorum işte.

*

Fotoğraf, sanat gözünün yanında insanlığını da pek bir sevdiğim Peter Klesken'ın. Fotoğraftaki Richard hafif down sendromu formuyla doğmuş ve günlük konuşma terapisini yapıyor aynanın karşısında. Uzun zamandır gördüğüm en güzel kare.



22 Ağustos 2010

Bağımsız Satır Başları vol.7


İlk uzun metrajdan bozma kısa filmini çekmiş olan arkadaşımın, yakında gurubuyla NY'a gidip albüm yapmaya ve klip çekmeye başlayacak bir başka arkadaşımın ve yazdıklarını yayınlatacağı bir yayın evi bulmuş olan başka birinin daha facebook sayfalarına bakıp myspacede takılırken yanımda olan ablam...

- Peki sen ne yapmayı planlıyorsun? Milletin başarılarının takipçisi olmak dışında, patlatmaya hazırlandığın büyük bir planın var mı?

- Ahahah lütfen bel altı vurmayalım.

- Mazeretin ne kızım senin, hayatını stop etmiş bir şekilde yaşıyorsun 1 yıldır.

Mimi 1 dakika kadar susar, cevap vermez. Ludéal mesaj yollamıştır myspaceden, kafasında onu türkçeleştirmekle uğraşıyordur aslında, ama vakur bir edayla durmaktadır hala, alt dudağını büzmüş hüzünlü ve düşünceli gibi görünmeye de çalışır ki onca oyunculuk dersi vermiştir ona buna kendisi için de bir işine yarasındır artık bildikleri..

- O kadar çok okumama izin vermemeliydiniz.

Abla suskundur. Psikolog olduğu ve insanları çözmesine yarayacak bilimum dangalakça ayrıntıyı bildiği için kardeşinin ona oyun oynadığının farkındadır.

- Daha iyi bir mazeret bulduğunda konuşalım.

- Ok ben sekreterine bir tarih bırakırım, merak etme.

Belki de benim ve diğerlerinin sandıkları kadar sanatsal bir kişiliğe, dolu bir ruha, parlak bir zekaya sahip değilim ve boşa kürek çekiyorum havada.

.

Son 2 gündür okumak nefes almak gibi oldu. Birden fazla kitap beynimin kıvrımlarında yer ediyor bu aralar yavaş yavaş. Şiirler, anılar, hikayeler, nedenler sonuçlar... Belki bugün kitapçıya giderim ve cebimdeki son nakit kırıntılarıyla artık ne bulabilirsem alrım, kendime hediye ve biraz da Alasse hanıma tabi. Kitaplar rahat nefes almamızı sağlayan şeyler çünkü.

.

Bu sabah halam aradı. Bana gel ev boş zaten sabah çıkıp akşam dönüyoruz, yogaya gidiyorum her hafta, kilo aldığını söyledi annen ben seni zayıflatırım, çok uzun zamandır görüşmüyoruz özledim çok vs vs... gibilerden cümleler kurup bir derdin var belli gel bana anlat bari demeye getirdi lafı. Uslu uslu "peki hala" dedim her seferinde. Bu hafta tiyatroda olmam lazım deyip hiç de sanıldığı kadar boş boş oturup evden dışarı çıkmadığımın sinyalini vermek istedim. Haftaya ararım seni dedim, o zamana kadar süper bir bahane daha bulacağıma çok eminim.

.

İşin en komik yanı etrafımdaki herkes çok büyük bir derdim olduğunu düşünüyor. Ama maalesef yok öyle bir şey. Tembellik içinde yoğrulmuş bir ukalalıkla günlerimi sağa sola göz gezdirip, eğlence anlayışım doğrultusunda vakit geçirerek harcıyorum. Herkes kahkahalar atıp dans ederek eğlenmez sonuçta. Ben içip içip sarhoş olmak nedir bilmeyen bünyemi muhabbete vurmak istiyorum her zaman. Karşımdakiler uykum geldi demesin ya da yarın iş var okul var o var bu var... Neden şimdiyi yaşarken sonranın hesabını yapıyoruz çok iyi biliyorum ve farkındayım yaşamak için ihtiyaçlar ve görevler olduğunun. Ama ben yapamıyorum işte. Elimde değil.

.

Bu insan harbiden de hayat dolu diyebileceğiniz biriyle arkadaşım 3 yıldır. Müzik sayesinde tanıştık. İnternet üzerinden başlayıp telefon muhabbetlerine kadar uzanan bir kankalık durmumuz var kendisiyle. Bu gece beni deli eden bir şey yaptı. İyi manada.

Elinde el Jimador şişesi dişlerinin arsına sıkıştırdığı Cohiba ve yüzündeki o kocaman gülümseme... Gözlerindeki herşey mükemmel bakışı... Yanında tanımadığım insanlar...

Arkadaşımın eğlenmesini ve mutluluğunu kıskandım bir an ve bu çok kuvvetli bir duyguydu. Zaten o da bunu istediği için bu tür anları fotoğraflayıp yolluyor. Neden gelmiyorsun diyor fotoğrafların yanına iliştirdiği her notta. Çok uzaktasın ve gıcık birisin, ayrıca işim var benim diyorum her seferinde. Cevap vermen için sormadım ki zaten diyor ardından. Bu beni daha beter deli ediyor. Dünyanın bir ucunda olduğu gerçeği bir yana bu fotoğraflarla asıl söylemek istediği şey neden buraya gelmiyorsun değil de neden sende bunu orada yapmıyorsun oluyor.

Neden yapmıyorum, peki? Özenmeme ve farklı bir nedenle olsa da kıskanmama rağmen. Eğlenmeyi mi bilmiyorum? Hayır. Önceden yaptığım şeyler bunlar, biliyorum.

- Jonny neden bu kadar mutlusun?
- Mutsuz olmam için bir neden yok.
- Benim de yok, ama mutlu hissetmiyorum.
- Sen nedeni görmek istemiyorsun.
- Sen görüyor musun?
- Hayır onu sadece sen bulabilirsin.
- Fotoğraf çok güzel ama o sakalı kes ayyaş bir azize benziyorsun.
- Espri yapabiliyorsun iğrenç olsalar bile.
- En azından benim esprim yüzümde değil. Gerçekten kes onu, sanki canlı gibi iiyk.
- Kızlar seviyor, hatta ölüp bitiyorlar.
- Ben sevmedim.
- Senin fikrin geçerli değil, bir kere önce kız gibi davranmalısın.
- Evet hokey iğrenç bir oyun. Berbat öööğğ...
- Bite me! (bunun tam çevrisi blog sayfamın ahlakına uygun değil...)

Pek de felsefiktir sağolsun. Zaten bu günlerde (son 1 yıldır) herkes çok felsefik bana karşı. Her muhabbet havada dalgalanarak iniyor önüme, kelmelerin tadı ve kokusu varmış gibi geliyor. Bense gerçekten hiç bir şeyimin olmadığının farkındayım. Gerçekten, ara sıra melankolik ve hatta depresif cümleler kursam da bu sadece edebiyat yapmayı sevmemle alakalı ve ister inanın ister inanmayın söylediklerimin %50'si repliklerden esinlenip önceden tasarladığım cümleler.

Çünkü ben buyum yapmayı sevdiğim şey olmayı seçtiğim kişi bu desem de herkes başıma travmatik bir olay geldiğini, yoksa insanların bu kadar uç bir değişim geçiremeyeceğini söylüyor. Üzgünüm ama değil. Tamir edilebilecek bir kırıklığım veya yamanacak bir gediğim yok. İnsanların sigara içmekten vazgeçmesi gibi bir değişim bu demem saçma bulunacak bir açıklama da değil.

.

Yakında okula kayıt yaptırmaya gideceğim. Okul diş fırçalamak gibi bir iş olacak sanırım bu yıl. Dişlerimi fırçalamaktan nefret ederim ama yine de fırçalarım (bir ara fırçalamadım olmadı) okulda aynı bu şekilde bir yere sahip hayatımda. Tanıdığım herkese göre mükemmel bir iş fırsatım ve eğlenceli bir bölümüm var. Bence de öyleydi en azından daha önceleri. Ara sıra hala yapabileceğim en iyi seçimi gerçekleştirmiş olduğumu düşünüyorum.

Bu dönem çalışacağım yeri daha bilmiyorum eskiden bulunduğum yerlere gidesim hiç ama hiç yok. Farklılık arıyor değilim ama aynı insanları da göresim yok.

.

Çok günlük şeklinde oldu ve sanırım bunun nedeni uykumun gelmesi. Saat tam 6. Yazmaya 3 gibi başladım. Bloga ve kağıtlara. Kağıtlardaki mürekkep lekeleri artmadı ama burası kusuyor yine içini. Annemin veya babamın kalkıp neden hala ayakta olduğumu sorgulamasına 1-2 saat kaldı.

Babam her seferinde ne yazdığımı sorup notlarıma bakıyor şöyle bir. Eskisi gibi yorum yapmıyor artık. En son el yazımın bozulduğunu söyledi sadece. Okumamı istediği köşe yazıları olurdu ve onları işaretleyip getirirdi, artık onu da yapmıyor. Sanki bu değişime üzülüyormuş gibi yazdığımın farkındayım, ama sadece merak ediyorum ne değişti ona göre.

.

Bazen kendimi başkalarının sözlerine bırakıp gidesim geliyor. Herkes ne söylerse o olasım geliyor. Ama beyaz ol dedikten hemen sonra siyah olsa daha mı iyi olurdu diye düşünürlerken bu mümkün olmuyor.

.

Ah o cohiba...







20 Ağustos 2010

Bazı sabahlar annem beni yatmaya yolladıktan sonra uyumadan yatağımda uzanıyorum sadece. Annemin yatağına dönmesini bekliyorum. Sonra kalkıp beni ilk bulduğu yere geri dönüyorum. Ama o yeri hiç bir zaman bıraktığım gibi bulamıyorum, ne de oraya geri dönen kendimi.

Köpeklerin havlaması canımı sıkıyor. Acaba açlar mı diyorum ya da susadılar veya bir şey gördüler, belki de sadece oynuyorlar... Ama kafamı pencereden çıkarıp bahçeye bakmıyorum. Yerimden bile kalkmıyorum.

Etraf aydınlanıyor sonra. Biliyorum çok değil, insanların uyanıp koşturmaya başlamasına az kaldı. Düşlerini yastıklarında bırakacaklar ve sıcak yataklarını terk edecekler. Gördükleri düşleri uyandıkları ilk saniye unutacaklar, sanki hiç görmemiş gibi. Sonra hazırlanmaya başlayacaklar daha iyi bir yaşam için körelmeye gidecekler.

Ailem uyanacak az sonra. Kalıp hareketler ve sözler birbirini kovalayacak evin içinde. Kızartılmış ekmek kokusu saracak havayı ve kahve fincanları tezgaha sıralanacak. Hiç biri ekmeğini ısırmadan önce koklamayacak ve kahve aromasının tüylerini ürperterek bedenlerine yayıldığını duyumsamayacak.

Kaçırılmaması gereken saatler var hayatlarında. Dünya üzerinde okumaya değmeyecek tek şey olan gazeteleri getirecek gazeteci çocuk. Senaryolardan fırlamış repliklerle paylaşılacak kapı önünden alınan gazeteler. Babam politik fikrimi annem kendimi nasıl hissettiğimi bugün ne yapacağımı soracak. Kardeşlerim tanımadığım arkadaşlarından veya öğretmenlerinden bahsedecekler portakal suyu içip ekmeklerini kemirirken. Ablam kalabalığa karışabileceğim aktiviteleri sıralayacak, iş çıkışı buluşmayı teklif edip. Annem kendisiyle alışverişe gelmemi isteyecek.

Bu arada kimse aralık bırakılmış pencereden giren rüzgarın perdelerle vals yaptığını fark etmeyecek, tıpkı içeri sızıp masadaki kırıntıları altına dönüştüren güneşi fark etmedikleri gibi. Ben herkese makul cevaplar verirken yine aynı şeyleri düşünüyor olacağım...

Şu an bir yerlerde birileri sevişiyor çılgınca, başka birisi keman çalıyor güneşe, bir başkası gece soğuğunu henüz kaybetmemiş denize dalıyor bir kahkahayla ve bir diğeri ise sadece derin bir nefes alıyor yaşamının hakkını sonuna kadar verdiğini bilerek. Geri kalanlar sadece yetişme telaşında. Bense çıkmazda olan birinin yüz ifadesini görüyorum bardağımın içinde.

Boşalacak ev. Benim dışımda herkesin bulunması gereken bir başka yer var. Kendilerini gitmek zorunda ve ait hissettikleri... Birlikte olmaktan zevk aldıkları insanlar...

Kendime acımam lazım. En azından benim için üzülen insanların yanındayken. Kimse halini beğenmezken kendinden yine de memnun olmamalı insan. Değişik ama yanlış bir his.

Kimse hiç bir zaman tam anlamıyla farklı olamaz. Farklı değilim. Ne düşüncelerim ne diğer her şey. Sadece bakıyorum herkes gibi ve görmeden hemen önce benleğimde eksik gedik ne varsa bir şeyler ekliyorum gördüğüm şeye. Bu farklılık değil. Olması gereken. Sanırım benden başka herkes unutuyor.

Yatağıma yazdım sürgüne yollandığım bir sabah hava daha karanlıkken. "En mutlusu hep en aptal olan yaratıklardır." Aynada kendime baktığım zaman mutsuz birini görmüyorum aslında. Sanırım bu çok melodramatik.

Kendimden başka birini hissetmem lazım. Yaşamı anlamlı kılacak bir kaç an yaşamalıyım benden başka birilerinin de içinde olduğu. Biriyle gerçekten, gerçek bir bağ kurmalıyım. Farkındayım.

Aynadaki ben mutsuz görünmüyor aslında. Biliyorum, bu çok...

Little Ashes izledim bugün 2 kere. Sonra Abel Korzeniowski "Stillness of the Mind" çaldı tekrar tekrar... Ben kalemi tuttum, o yazdı.

16 Ağustos 2010

Bozcaada Dönüşü Evde Bir Sürü Şarabım Var

En nefret ettiğin insan türü "eğri oturup doğru konuşalım" diyenler demek isterdim ama değil. Ben kimseyi nefret edecek kadar ciddiyetle ele alamıyorum, bir kere sevdiklerimdense zaten ne yaparlarsa yapsınlar nefret edemiyorum. Bu yüzdendir 6 yıldır konuşmadığım bir arkadaşımı hala sevgiyle anmam...

Ablamla tatile çıktık geçenlerde. Bozcaada'ya gittik. 7 saatlik yol yorucu ama eğlenceliydi. Deniz, kum, güneş... Beni pek ilgilendirmedi bu 3'lü. Bilirsin sevmem öyle yüzüp güneşlenmeyi, süt gibi bir insanım ve başkalarına göre hala olabildiğince hastalıklı bir ten rengim var.

Bozcaada güzel bir yer. Özellikle üzüm bağları ve şarap fabrikalarıyla gönlümü çaldı. Saymadım ama sanırım 3 markanın 20'ye yakın şarabını tattım. Gelirken yanımda bile taşıdım.

Kendime çöreklenecek çok güzel bir balık restoranı buldum orada. Her seferinde ahtapot yedimki mükemmel ızgara yapıyorlar. (aynını kalamar için söyleyemeyeceğim maalasef) Bir küçük rakı, bin bir çeşit meze (özellikle deniz börülcesi) ve mezgit/çipura değişimli akşam yemeğimi ömrüm boyunca yesem bıkmam. Her akşam önce yemeğimi yeyip sonra dolanmaya çıkıyordum adada. Saat gece yarısını geçtiği gibi de geri dönüyordum o restorana ki şarabımı içebileyim benim gibi geceyle takılmaktan zevk alan bir iki müşteri ve kedi köpekle.

Yemek ve şarap dışında mazimde yer edecek bir 3. şey ada evleri oldu. Rengarenk kapılar etrafları yeşillik dolu... İnsan biri de benim kapım olsaymış diye düşünüyor mahallelerde gezerken.

Tatil anılarını anlatacak kadar bile sosyal değilim şu an onu fark ettim, üzülmüyorum ama sıkılıyor insan bazen.

Yüzmeyi sevenler için tavsiye edebileceğim muhteşem plajları var Bozcaada'nın. Özellikle dalmak için Akvaryum Koyu şahane bir yer. Zıpkınla avlanmayı bilenler için de bir cennet.

Adanın en iyi yanı gezecek ve görecek şeylerin olması. Ben ablamı ve arkadaşımı asıp tek başıma bir günü adada gezmeye ayırdım, onlar yüzmeye gittiler. Adada küçük ama bilgilendirici bir müze, görülmesi gereken bir kilise, kale ve şarap dükkanları var.

Tenedos'a en azından bir kere gitmek havasını soluyup denizinde serinlemek ve şaraplarını yudumlamak lazım. İnsanın dünyaya gelme nedenlerinden biri de bu adaymış, çünkü ömrüm boyunca terk ederken hüzünlendiğim tek yer oldu.

Zaten Heredot "Tanrı; insanların uzun ömürlü olmaları için Tenedos'u yaratmış." demiş.

Ve son olarak biraz fotoğraf tabiki. (ayrıca müzede bazı yerlerde fotoğraf çekimi yasaktır yazısı varmış, ben sonradan görüp kapattım makinemi ama çektiklerimi de silmedim, gerekli yerlerden özür dilerim:p)


Çurkurnot: An itibariyle sevgili Alasse ile ortak favori grubumuzu Brazzaville seçmişken, adayı dolanırken tekrar tekrar Brazzaville dinlediğimi belirtmeden geçmek istemiyorum. Herkese tavsiye ederim.

15 Ağustos 2010


Sabahın bu saatine kadar ayakta kaldığım zaman balkona çıkıyorum şimdi olduğu gibi. Takım taklavat toplamak zor oluyor gerçi ama değiyor balkona taşınmak. Bana çok sevdiğim bir şarkıyı anımsatıyor bu loş hava.

Eskiden, eski dediğim de çok eski değil, hayallerimin daha uçuk olduğu genç hatun dönemlerimde, Coldplay'in Yellow'unu dinlerken, her seferinde o cümleleri benim için yan yana getirmişler diye düşünürdüm. İğrenç bir sarışın olduğum (iğrenç sarışın olmak; beyaz tenli sarı saçlı mavi gözlü olup ilk etapta aptal sarışın genellemelerine maruz kalmak, bir gıdım güneş görünce ıstakoza dönmek akşamına acılar içinde kalıp deri değiştirmek, düzenli krem kullanmayınca çillenmek, gözlük işe yaramadığı için yaz veya kış fark etmez güneşli günlerde gözleri kısıp da yürümek zorunda kalmak vs...) için "Yellow" benim tarifimdi çünkü. Ve güneşle kan davamız olsa da aşıktık birbirimize.

Bir konserde, hatırlayamıyorum hangisi, Martin parçaya başlamadan önce alandaki insanlara şöyle seslenmişti.

- There's no excuse to be sat down on this song pleaseee you know, if you stand up we'll buy you all ice cream.

Bu cümle aklıma kazındı o an . Çünkü o kadar sevinmiştim ki... Teklifin güzelliği karşısında orada olsam sevinçten ağlayabilirdim. Bu yüzdendir ki Yellow dinleyince canım dondurma ister. Gün gelir mesleğimden doğacak olan bir şansla Coldplay'in herhangi bir elemanına rastlarsam "bana dondurma borçlusun" diyeceğim. Arkamdan "deli herhalde..." demeleri umurumda değil.

27 Temmuz 2010

Selam insanlar.

Geçen sabah uyandığımda aklımda "bir gün bizim de günümüz gelecek" cümlesi dolanıyordu.

17 yaşında olduğum o korkusuz dönemlerimde bu tür bir söz beni heycanladırıp tabiri cuk oturur şekliyle "gaza" getirebiliyordu. Artık iplemiyorum bu tür "dolu" bir cümleyi. Kimsenin zamanının geleceği falan yok zaten bugün dönüp baktığımız zaman, düşlediği günler gelmiş olan kimse de yok.

Üzgünüm Nazım ve Guevara, Bobby ve Mahatma, Tibet'in tüm Dalai Lama'ları ve yaşamlarından vazgeçen aktivistler... Herkes için sadece taraf seçmeye yönelik birer araçsınız artık. Ve modaya da ilham veriyor inandığınız değerler para ediyor, 21.yüzyıl insanlarını zengin ediyorsunuz.

Hangi galaksi sisteminde hangi toz bulutu içinde hangi yıldızsınız bilmiyorum. Dilerim Hubble size selamımı iletmiştir.

19 Temmuz 2010

Bitterly

Son 3 yılım kadar sıkıldığım bir başka evre daha olmamıştı sanırım. Bunun nedenini saygı değer Charles Bukowski "Sadece sıkıcı insanlar sıkılır..." şeklinde açıklamış olsa da kısaca kendisine bir siktir yolluyorum buradan. 21.yüzyıl iğrenç yıllara sahne oluyor haberin yok.

En basit örnek; artık "sigara sağlığa zararlı" diyen gençler var etrafta. Sigara zararlı tabi ki ama sende gençsin yahu, gençsin işte piç herif diye bağırmak istiyorum suratlarına. Hatta son günlerdeki favori hareketim olan kişiyi omuzlarından tutup sarsma eylemini gerçekleştirebilirim bu bağırma sırasında. Sigara sağlığa zararlı, kola çok pis, alkol kilo aldırıyor, akşamları hafif yemek ömrü uzatıyor...

En büyük hayali "zengin olmuş herhangi biri olmak" olan gençler var farkında mısınız. Hiç biri hayal kurmayı bilmiyor ve çizgi film izlemiyor. Anasını satayım insan nasıl çizgi film izlemez lan! Harbi soruyorum nasıl bir insan çizgi filmin sadece çocuklar için olduğunu düşünebilecek kadar moronlaşabilir? Anime seviyormuş. Daha çizim sanatının sinemalaşmış öz halinden haberin yok gidip anime izliyorsun.

Sinirlendim evet, çok gereksiz.

Bernard Black'i tanırmısınız? Tanımıyorsanız aziz gugıla danışın ve tanışın kendisiyle. Black Books dvdleri satışta bilmem kaç milyonluk parfümünüzü daha az kullanın bu ay ve gidip amazondan sipariş edin korsanlık yapmadan. Sonra açın birinci sezonun ilk bölümünü izlemeye koyulun, 8 dakika 47 saniye sonra Bernard'ın isyanına tanık olacaksınız, isyan ve ardından gelen şaşkınlık. Mantıksızlığın mantıksal bir düzene oturtulma çabasının kişi üzerindeki etkisidir bu isyan ve şaşkınlık durumu. İşte yukarıdaki paragrafın bende uyandırdığı hislerin tercümanıdır o 40 saniyelik sahne.

Ben şimdi "gençsin yahu" diye bağırdığım insanlar kadarken kafamı kaldırıp dünyadaki yerimi bulmaya çalışırdım. Her şey olağanüstü büyük, gizemli, eğlenceli ve en önemlisi anlamlı gelirdi. Hayatımın, içinde olduğum ailemin, aldığım eğitimin, yapmak zorunda ve yaşamak zorunda olduğum herşeyin benim henüz anlayamadığım bir amaca ulaşmak için gerçekleşen şeyler olduğunu düşünürdüm. 15 yaşındayken kendi inanç sistemimi yaratmıştım farkında olmadan. Ama kabul ettikleri düzen yenik düştüm tahmin edilebileceği gibi, o apayrı bir mesele. Erkek olsam rahat rahat hiç de skimde değil derdim işte bu cümleden sonra. En doğrusu bu olurdu.

Cümlelere bak. İnsan kendinden sıkılmaya başladığı an dünyanın onu çiğneyip tükürmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir okuyucu. Evet.

İzleyecek filmim kalmadı, kitaplarımı dersini günü günü çalışan akıllı çocuklar misali okuyup bitirdim ve en önemlisi müzik artık günü kurtaramıyor diye düşünüp Yann Tiersen'i anlatmaya gelmiştim blog semalarına ama iştahım kaçtı. Başka zaman.

çukurnotlar:

Bernard Black deyince aklıma gelenlerden biri de şu, yazmasam olmaz.

Black Books sezon 2 bölüm 1:

Bernard'ın yüzünden bir müşteriden yumruk yemiş olan Manny gözündeki morluğu saklamak için taktığı gereğinden büyük güneş gözlüğüyle restoranda oturmuş öğlen yemeğini yerken, Fran piyano dersi sırasında etrafta olmasını istemediği Bernard'ı kitapçıdan kovmuştur. Bernard restorana girer, ayaklarını sürüye sürüye Manny'nin yanına gider ve omuzuna dürtmekle vurmak arasında bir hareketle dokunarak sorar.

Bernard: Nerelerdeydin? Fran şu salak dersi yüzünden beni dükkandan attı.
Manny: Kapa çeneni seninle konuşmuyorum.
B: Ne? Müşterinin teki biraz hayal kırıklığına uğradı diye mi?
(Manny gözlüğünü alnına kaldırır ve moraran gözünü gösterir.)
B: Büyük bir hayal kırıklığıymış. (umursamaz bir şekilde burun kıvırarak) bir şekilde telafi ederim.
M: Kullanılmaktan bıktım, yalanlarından bıktım. Nasıl telafi edecekmişsin?
B: Sana bir jeep alırım.
M: Hayır, haftasonu izni istiyorum. (yumruğunu masaya vurur) Ciddiyim, artık bir hayat istiyorum.
(Bernard da yumruğunu masaya vurur)
B: Hayat bu! Acı çekiyor, köleleşiyor ve yok oluyoruz, bu kadar.
M: İhtiyaçlarımız var. Fran piyanosunu aldı, ben kendime ait biraz zaman istiyorum, sen bir kızla çıkmak istiyorsun. (değil mi? şeklinde bakar.)
B: Güldürme beni ... bu acınası. Fran başarısız olacak, sen hayatın boyunca çalışacaksın ve ben bir bar tuvaletinin zemininde tepetaklak olup yanlız öleceğim.

...

öncelikle apple'a teşekkürü bir borç bilirim. izlemekten asla sıkılmayacak olduğum her şey ipod denilen yaratık-makina sayesinde hep elimin altında.

her seferinde şunu yazacağım bunu ekleyeceğim diye zırvaladığımın farkındayım ama yazacağım harbi, okula dönmeden önce birikmiş çoğu şeyi toparlayacağım burada.

bir de bloggerda "mimiwonka" nickini kullanıp yorum bırakan bir kişi daha varmış, sözlükten biri "sen o musun?" diye sordu. yok efendim ben o mimi değilim, belki de o benim nicki kullanıp sallıyordur bloglarda falan araştırmadım ve hiç de umurumda değil, isteyen istediğini yapsın. benim takip ettiğim insanlar dışında yorum yaptığım sayfa yok gibi zaten. (gibisi fazla)

yazının başlığını en son yazan biri olarak belirtmeliyim ki, başlığın bitterly olmasının hiç bir manası yok. diyaloğu yazarken Dylan Moran'ın "bitterly" demesi zihnime kazınıp kaldı sadece. fena bir adam kendisi zaten. manyak, komik ve harika oyuncu.

28 Mayıs 2010

Uzun Bir Yazı.

Boynumdaki arıyı avuçlayıp yere attıktan sonra anneme seslendim, gelip dışarıya atsın diye.

- Aaaa nerden gelmiş o? İyi ki gördüm kızııım.

- (iç ses: ne demek nereden gelmiş, ormanın ortasında yaşıyoruz be!) Hıı hıı... Yerde dolanıyordu öyle, kovanına geç kalmış salak.

Bal arısı gibi yararlı bir hayvanın minik iğnesinden çıkan bir damladan daha az zehirciği bazı insanların solunumunun durmasına neden olabiliyor. Eğer gerekli önlemi önceden almamış veya yaşadığı ülkenin sağlık hizmeti verme anlayışı gelişmemişse, arı gibi şirin bir hayvanın katline uğrayabilir sağlıklı bir insan ve ölmesi sadece 5 dakika sürer, tabi boynundan sokarsa 2 dakikaya düşer bu zaman. Arıların insan öldürmek gibi bir amaçları olduğunu düşünmüyorum ama hepsinin uçan katiller olarak adlandırıldığının farkındayım ailemdeki çoğu insan tarafından. Ben seviyorum onları.

Yıllar geçtikçe daha iyi yalan söylüyor insan karşısındakilere. Büyüdükçe zekâ gelişmiyor tabi sadece deneyim kazanıyor zihnimiz. Bu da bir çeşit erdemlilik sayılmalı aslında.

.

10 gün önce öğrenci işlerine mail attım. Mezuniyete katılmamak gibi bir hakkım olduğunu ama bu organizasyonda bulunmak için başka bir şansım olamayacağını bildiren güzel ve dolgun bir başka elektronik mektup geldi cevap olarak. Aileme isterlerse bensiz de gidebileceklerini söyleme fikri, 24 yaşına gelmiş bir bireyin artık ailesi tarafından şiddete maruz bırakılamayacağı fikrini altüst edebilecek bir tepkiyle karşılanırdı. Sessizim o yüzden. Ablam benzeri bir olaya daha önceden katılmış olduğu için, şu günlerde gelip " eee nerede davetiyeler?" şeklinde bir soru yöneltebilir belki. Ama işi-gücü olan insanlar sürüsüne katıldığından beri, ilk kez tanıştığı insanlarla yemek yiyip iş muhabbetleri yapmakla, Fransız ve İngiliz gibi medeniyet kavramından nasibini almamış tiplere modern çağın bir numaralı konularından biri olan çocuk psikolojisiyle ilgili sunumlar yapıp iş anlaşmaları bağlamakla ve bağladığı bu anlaşmaların bilime katkı olduğunu söyleyip kendini kandırmakla meşgulken, yanı başındaki en iyi arkadaşının mezuniyetini bir kalemde silip attığının farkındalığını yaşamaktan fersahlarca uzak olduğunu düşünüyorum. İşimi de gelmiyor değil. Sadece, insanlar hakkında eksik gedik ne bulursam dile getirmeyi sever oldum son zamanlarda.

.

Selvi bir sürü kitap yolladı. Sonuncusunu bitirmek üzereyim, özellikle sona bırakmamı istediği kitabın bitmesine 120 sayfa falan kaldı. Kitabın adı Kinyas ve Kayra. Hakan Günday’ın ilk romanıymış. Henüz Kinyas’ın sonunu okumaya başlamadım ama Kayra olanı sayfaların içine dalıp öldüreli çok oldu. Hatta son bölümde geri dönüp ellerimle boğup attığım okyanusun kalbinden çıkardım Kayra’yı ve izin verdim yazılan sonuna kadar emeklemesine. Sonra odasına girip siyaha boyattığı pencere camlarını kırdım. Her parçasını özenle sapladım vücuduna. Ne kan aktı ne gözyaşı, çığlık da atmadı zaten, hiç zorluk çıkarmadı.

Kinyas’ın sonunu okuyacağım bu yazı bittikten sonra. Tahmin ediyorum ki onu da gidip öldürmeme gerek kalmayacak ve suyun yolunu bulması gibi o kendi yolunu benim hissettiğim şekilde bulacak, beni bir yükten kurtaracak.

.

Kocaeli kitap fuarı Tüyap’ın değil de Kocaeli B.Belediyesi’nin üstlendiği bir organizasyonmuş. Öğrendiğim kadarıyla Tüyap’ın teklifini geri çeviren K.B.B. “biz kendi fuarımızı kendimiz yaparız kardeşiiim!” demiş. Ablama göre bu gereksiz bir sorumluluk alma hareketiymiş, çünkü eğer kitap fuarını Tüyap organize etse her şey daha güzel olurmuş.

Ben aradaki farkı anlayamadım nedense. Bursa’daki veya İstanbul’daki fuarlardan çok çok farklı veya olmamış dedirten bir şey yoktu bence. 17 yaşına girecek olan en küçük kardeşim bu fikrime; abla sen sadece kitaplara bakıyorsun biraz da etrafındaki yapılanmaya baksan anlarsın aralarındaki farkı, dedi. Haklısın tabi deyip standlardaki görevlileri deli etme işime geri döndüm daha fazla üstelemeyip, algılayamadığım bir şey için diretmek umursamazlığıma ihanet olurdu en nihayetinde.

- İyi güler hanımefendi nasıl yardımcı olabilirim.

- Selam. Sunay Akın’ın Ayçöreği ve Denizyıldızı kitabı var mı?

- O daha çıkmadı.

- 2001’de basılmıştı diye biliyorum ben.

- Hayır demek istediğim tükendi ve yeniden basılıyor.

- Kesin mi peki?

- Ne kesin mi?

- Basılıyor yani, emin siniz?

- Eheheh evet hanımefendi. İnternetten takip edebilirsiniz. Bu sefer bitmeden alın ama.

- Bende var zaten. Tekrar almayı düşünmüyorum.

- Pardon.

- Size de iyi günler.

Fuardayken ablamın hatrı için onların standında dikilip kitaplarını tanıttım. Gazetecilik kimliğimin laf ebeliği bölümünde yazan talimatlara göre davranıp yeri geldiğinde en iyi halkla ilişkiler uzmanı olabiliyordum ne de olsa, bari bir işe yarasındı bu özelliğim ve yardımım dokunsundu ablama ve psikiyatr patronuna. Çünkü onlardı bu ülkenin geleceklerinin zihin sağlığını emanet ettiğimiz insanlar ve büyük işler başaracaklardı her alanda ilerlemeyi hedef edinmiş bu ülkenin azimli insanları olarak. Ayrıca bedavadan mükellef bir yemek ısmarlayacaklardı.

Bıdı bıdı psikoloji merkezi başlığını taşıyan zekâ geliştirici, öğrenme bozukluğu, dikkat eksikliği giderme egzersizleri olan ve hafıza becerisini geliştiren yani daha başka bir çocuğu çocuk yapan umursamazlığına ait ne varsa hepsinin tedavisinde yardımcı olacak bu kitaptan hatrı sayılır ölçüde satıp bir de mekânın reklamını yaptım, yanımdaki diğer 4 kişiyle birlikte.

Akşama doğru satış yaptığım kişilerden birinin çocuk sahibi olmaması bir yana henüz evli dahi olmayışı “eee peki bu adam neden aldı bu kitabı?” muhabbetinin dönmesine neden oldu diğerlerinin arasında. Haklı olarak merak ediyorlardı ve salak da değiliz diyorlardı içlerinden. Dedim ya; zaten insan kendini kandırır en çok. Sen ben onlar…

- Hmm ne anlatıyor bu kitap?

- Bir şey anlatmıyor. Anlatma kaygısı yok zaten, her şeyi biliyor size sadece uygulamak kalıyor. İçinde bulmacavari alıştırmalar var, çocuklar için.

- Benim çocuğum yok ama.

-Eşinize 10 yıl sonrasının hesabını yaptım diyerek duyarlı eş kozunuzu oynarsınız ki çok işe yarar bence.

- Ahahaha peki ben evli de değilim desem.

- Eee süpermiş işte. Daha iyi, kendiniz çözersiniz alıştırmaları. 7-16 yaş arası yazıyor üstünde ama bakmayın siz onlara. Sabah çözdüm bende, çok eğleniyor insan. Konularında uzmanlaşmış psikologlar tarafından özenle hazırlandı bu kitap, 1 yıl kadar üzerinde çalıştılar gece gündüz ki hepsi de tanıdığım insanlardır. Sizi temin ederim ki bırakın çocuk psikolojisinden anlamayı hiç biri asla bir çocuk gibi düşünemez bile. O yüzden bu kitaptaki her şey çocuk olmayan herkes için bir nevi ego tatmini sayılır. Üniversitede okurken neden lisedeki sınavlara bu kadar çalışıp zaman harcamışım ki yahu diye hayıflanan çok zeki insanlar için basıldı aslında. Büyüdükleri zaman çocukluklarına dönüp baktıklarında aynı gereksiz sonuca varabilsinler diye.

- Siz de psikolog musunuz, hatta bu kitabı hazırlayanlardan biri olabilir misiniz?

- Hayır, değilim ama merak etmeyin aynı şekilde işe yaramayan bir başka meslek kolu için eğitildim bende. Belli bir kültürel seviyeye ve aşağılık kompleksli egosal mekanizmaya sahibim.

- Eheh… Peki, alıyorum o zaman. 10 yıl sonraya yatırım olur.

- Ahahaha peki. Buyurun.

- İyi akşamlar.

- Güle güle…

Parayı kasa yerine kullandığımız bir kutucuk dahi olmadığı için gelenlere ikram ettiğimiz süslü çikolata kâsesinin altına sıkıştırdım. Mühendis beyin elime sıkıştırmayı ihmal etmediği afili kartını da içtiğimiz çayların pörsümüş poşet çöplerinin yanına savurdum. Kaliteli bir karttı, havayı keskin bir çizgiyle kendinden emin bir şekilde yarıp ulaştı çöplerin arasına.

Gerçekten o kitabı çözmeye muhtaç birinin çığlıklarını görmüş ve uzun zamandır tanımadığım biriyle kurabildiğim en uzun muhabbeti yapmıştım karşımdakiyle. Evrende çoğu insanın farklı şekillerde inandığı sevap işleme olgusunu gerçekleştirmiş sayılıyor olmalıydım.

- Skorboarda işlensin lütfen.

…diye seslendim kafamı kaldırıp. Tek gördüğüm şey interteksin metal boruları ve havalandırma zımbırtılarıyla dolu tavanıydı.

.

Bu sene Roland Garros’da tanıdığım biri mücadele ediyordu. İlk turda elendi gerçi ama yine de sayesinde 5 saate yakın televizyon karşısında oturdum hiç kalkmadan. Maç bittikten sonra zapping yaptım uzun süre ve reklamları izleyip çizgi filmlere göz attım. Hala, en basit şekliyle güzel diye nitelendirilemeyecek reklamlar çekiliyor olmasını, çizgi filmlerdeki hayal gücü kullanımının yerini yozlaşmış kavramları empoze etme çabasına bırakışında saklı olduğunu açıkladım babama. O da kafasını gazetesinden kaldırmaya gerek görmeden kuru bir “evet” diyerek “haklısın kızım” dedi.

Geçtiğimiz yıl hissetmeye başladığım bıkkınlık ve yorgunluğa, okul ve iş gibi, duyulduğunda herkeste aynı çağrışımı yapan olgular nedeniyle kapılmış olabileceğimi ve bu durumun geçici bir süreç olduğunu, herkesin benzer dönemlerde benzer hislerle yoğrulduğunu söylüyordum kendime. Her şeye biraz ara vermek, hiçbir şey yapmama lüksümü kullanmak bu sorunun çözümü olacaktı. Muhabbetin başında da söylediğim gibi, yıllar geçtikçe daha iyi yalan söylüyor insan karşısındakilere ve eğer aynaya bakıyorsanız söyledikleriniz yaratıcılar için yazılan ilahiler gibi gelir kulaklarınıza.

Kendime bir amaç edinmenin hevesindeyim şu günlerde. Ne olacağını keşfettiğim zaman öğrenirsin. Heyecanlıyım aslında, hayatında ilk kez lunaparka gidecek veya piknik yapmayı öğrenecek bir velet kadar. Pikniklerden haz etmeyip lunaparklardan çekiniyor olmam büyüdükçe yakalandığım bir hastalığın belirtileri ama her gün yeni bir şeyin var olmaya başladığı yer kürede, hayatıyla ilgili basit bir karar verme aşamasında olan basit bir insan gibi bu hakkı buluyorum kendimde. Heyecanlanmalıyım.

Nimet saydığım interneti kullanıyorum sık sık. Açıyorum sözlükten rastgele bir sayfa, en baştaki kelime… Yazıyorum aziz gugıla, ara beybi kendimi bugün şanslı hissetmiyorum ama sana yalan söylemek hiç zor değil, diyorum.

Karşıma henüz amaç edinebileceğim bir şey çıkmadı. Sahip olduğun kulp bulma potansiyeli damarlarındaki asil kanla alakalı değil ki zaten damarlarındaki kan da herkesinkinden çok çok farklı değil, diyor sol omzumda oturup kulağımdaki metal küpenin yansımasında elindeki yabayla dişlerini karıştıran varlık.

Geldiğin çizgi film karesine geri dön ufaklık diyorum, hemen küsüp yok oluyor.

.

Şu dünyada âşık olduğum tek şey kitaplarım diyebilmiş saf bir insandım zamanında. Tabi ki her aşk gibi benim aşkımda zamanla sönükleşti, yeni şeyler istedikçe aynı kalmaya devam etti bazı şeyler, değişimlerse yetmedi bana. Hala seviyorum kitaplarımı ve okumam için bekleyen diğer tüm kitapları ama eskisi gibi değiliz. Onlar benim bakışlarımı beğenmemeye başladı bende çok üzerlerine gittim, genelgeçer saçmalıklarsınız hepiniz en aykırınız bile aynı hatalara düşüp yok ediyor kendini diyerek üzdüm onları. Yine de birbirine alışmış evli çiftler gibi iyiyiz, işte.

Filmlerle kırıştırıyorum sık sık. Afişlerini toplayı elektronik kafa kâğıdı hesabımda albümleştirdim hatta. Geçerken bakıp beğendiklerini izlemek için not alanlar vardır diye düşünmek hoşuma gidiyor.

Normal bir insanın parmak sayısını çok çok geçti son zamanlarda izlediğim filmlerin sayısı. Bunun nedeni Mart-Nisan arası katıldığım festivaller biraz da. Gerçi ülkeme festival kapsamında gelen çoğu filmi önceden izlemiş olmam pek de hoş bir şey değildi belki ama ne zaman bunu düşünsem aklımda şu cümle belirdi. “rendez á césar ce qui appartient á césar, et á dieu ce qui appartient á dieu” ne alakası var bilmiyorum ama nedense Latincesini de öğrenesim var. Farklı bir hak hukuk anlayışım var evet.

Bir başka zaman uzun uzun anlatacağım yine filmleri, zamanı hakkında pek bir fikrim yok ama ben olmasam da Selvi buralarda olur zaten, onun yazdığı yazılarda rastlarsınız diye düşünüyorum bahsettiğim filmlerin hangileri olduğuna. Nasılsa ikimizi de aynı insanlar takip ediyor diye geçiriyorum içimden hep, böyle olduğuna emin olamasam bile.

Biraz da müzik deyip Kinyas’a döneceğim, sanki bir acelesi varmış gibi beni beklediğini düşünüyorum.

Belgesel günlüğünü takip edemiyorum hatta sanırım şu günlerde İstanbul’da TRT’nin belgesel gösterimleri olmalı. İzlenilesi bir organizasyon aslında. Neyse… Dilimize “Yuva” olarak çevrilen “Home” belgeselinin müziklerinde imzası bulunan bir adam Armand Amar. Ben film müziklerinden aşinaydım kendisine ki bundan 3 yıl önceydi sanırım tanışmamız. Son 3 haftadır eski zevklerime geri dönme çabasıyla veya dinleyecek yeni bir şeyi olmayan insanların arşivlerine sarılma içgüdüleriyle olsa gerek deli gibi eski tınıları dolduruyorum kafamın içine. Bunları yazarken Génerique fin çalıyor 30. tekrar olmuştur abartmıyorum.

Yeni çıkan albümlerden veya videolardan haberim yok, beni haberdar edebilecek çoğu insanla görüşemiyorum artık. Benim işim yok ama onların vardır deyip seslenmek geçiyorsa da içimden unutmak için bekliyorum, birilerini rahatsız edecekmişim hissiyatından hala neden kurtulamadığımı bilemiyorum, geri kalan hiçbir davranışıma uymayan bir ayrıntı bu. Çocukluktan kalma bir alışkanlık sanırım. Anneme veya babama bir şey sormak için uğraşıyor oldukları işin bitmesini beklemem gerektiği öğretilmişti çünkü bana. Ve babam gazetesini bitirene, annem de her ne yapıyorsa bırakıp salona gelene kadar gidemezdim yanlarına.

- İnsanlar başka bir şeyle meşgulken senin sorduğun sorulara zaten gerekli cevapları veremezler, işlerinin bitmesini bekle olur mu kızım?

- Olur anne.

O yüzden bütün sorularımı kendim cevaplıyorum ya uzun zamandır, ondan böyle sanırım her şey, kendini bile isteye toplumdan dışlayan insanların çoğu soracakları soruları zamanı gelene kadar kafalarında tutmayı başaramayınca kendi cevaplarını kendileri bulan insanlardan oluşuyor olmalı.

Bu günlerde unutmamaya karar verdiğim tek şey yaklaşan Tiersen konseri. Orada olacağım, mesaj atıp yerini söyleyenlerin yanına uğrayabilirim belki, söz vermiyorum. Şu çok ünlü rock festivaline ise gitmeyeceğim. Son ana kadar evin içinde “hadi gidelim, tamam para işini hallederiz kimlere gidelim vs vs..” şeklinde konuşmalar dolanıyordu. Ben kardeşlerimden 1 ay önce vazgeçtim konser işinden, çünkü “bak bu adamalar ölecekler son konserleri bunlar ilerde tarihe geçecek bak bu festival” deseler bile o kadar parayı onca insanın arasında sıkılıp delirecek raddeye gelmek için, bile bile vermem, veremem. Yaşayan efsaneler… Müthiş sahne şovları… Gaza gelip eğlenmek gibi bir özelliğim zaten hiç olmadı ve ihtiyacım olduğunu da düşünmüyorum. Bedavaya olsa giderim tabi o ayrı konu ki girdiğim bedava konserlerde tanımadığım insanları dinlemişliğim de var.

Sonuç şu ki para önemli bir şey ve eğer ülkemdeki bazı ailelerin aylık mutfak masrafından daha fazla olan bir parayı birilerine vereceksem sırf eğlenmek amacıyla, bu gerçekten dinlemekten vazgeçemediğim ve beni gerçek manada etkileyebilmiş olan bir müziği icra eden insanlar için olmalı. En basiti, en azından 3-5 albümünü almış olmalıyım konserine gideceğim adamın. Sevgili Yann Tiersen sahip olduğum albümleri ve dvdleri göz önüne alacak olursak işte tam da bu adamlardan biridir. Biletleri ne kadar olursa olsun kalabalık içinde sadece ikimizin olacağı bu konsere uçarak gideceğim.

Bitirmeden önce söylemek istediğim bir şey daha var ama daha fazla uzatmamak için kısaca söylemek istiyorum. Lütfen insanlar, Morrissey’in kıymetini bilin. Bu kadar.

Gidip şu insan müsveddesi Kayra’nın ekürisi saydığı Kinyas’ın sonunu okuyacağım.

Yaşıyorum hala ve etrafta dolanmaktayım en Huckleberry Finn tavırlarımla.

Armand Amar - Génerique fin (La Faute á Fidel!)

12 Nisan 2010

İyi ki...

24 oldum bu gece. 1986'dan bu yana amniyon yerine oksijen ile doluyor ciğerlerim. Bazen de sigara dumanıyla...

Kerem Görsev Trio dinledik biraz, sonra Soul Kitchen'ı konuştuk. Birol Ünel beyefendi "cool" kelimesi sizi gördüğümüzde kullanalım diye girdi dilimize, bundan eminiz.

Çorba içmeliyiz diye kalktık sofra başından aklımız midye-bira ikilisine kaydı. Hatrı kalırdı midyecilerin ve biranın köpüğü ağlardı arkamızdan. Çorba içemedik, belki sonraydı çok sonra.

- Cristiano Ronaldo nasıl öyle hayvan gibi koşuyor.
- Adamın işi o, başka meziyeti de yok zaten.
- Bence iyi de sevişiyordur.
- Allah allah yüzüne bakınca anlaşılıyor mu?
- Sadece yüzüne değil...

Biraz şarap ve pasta var arta kalan. Bitecekler, yakındır.

Yaş 24 oldu tamam da neden hala yarın sabah pılı pırtı toplayıp yeşil ve mavinin peşine düşesim geliyor, hayatı anlayamamış ergenler gibi. Hem de yapmam gereken bunca iş varken. Para kazanmam gerekirken.

Çok çabuk sıkıldım bu oyundan mızıklayıp kaçasım var.


Çizim: Natalie Dee "don't invite morrissey to your birthday party"

04 Nisan 2010

Bu Bir Mimi Wonka Çıkarımıdır.

Gece 3 olmuş, saatler geçiyor sabah olacak malum.

Gece yarısını biraz geçerken film izlemeyi planlıyordum ki televizyonu açma gafletinde bulundum, hava durumuna bakmak için. Zapping mahkumları gibi hava durumu ararken Bayülgen acaba ne yapıyor bu gece diye merak ederek Disko Kralı'nda duraksadım. Ve tüm konuklara hayran kaldım izlemeye devam ediyorum güzel güzel...

Şimdi kimseye laf atmak ya da birilerini eleştirip prim yapmak gibi bir amacım yok. Ki zaten ne ünlüyüm ne de gazetelere hakkımda haber yaptıracak kadar zenginim, prim kelimesi cümleyi tamamlamak için kullanıldı yani. Her neyse söylemek istediğim şey; şu programa üniversitlerinin adıyla konuk olup İsmail YK parçalarına eşlik eden Atilla Taş "bu fasulyaaae yeddi buççuk liraaeee" derken dans eden ve Metin Türkcan içler acısı sesiyle 40 küsür yılına ihanet ederken kafa sallayan genç insanlar yok mu? Oyuncu olan herkesin kafadan oscar kazandığını düşünen bir hanım kızla, başarırım sandığı bir işi yüzüne gözüne bulaştırdığını düşündüren hayalleri yıkılmış karikatüristi dinlerken "cool olma ve diğerlerine akıl öğrettiğini sanma" notları tutan bukalemun mizaçlı, öğrenci kimlikli insanları diyorum.

Hani Elif Şafak hanımın bir programda sorulan soruya cevap olarak yarınlarımız için bu ülkenin üniversite gençliğinden umutlu olduğuna değindiği konuşmasının özneleri olan gençler... Teoman'ın "o salaklar..." diye özetledikleri, üniversiteliler...

Hah işte o gençler ki çoğu benden en az 3-4 yaş küçüktür, kelimenin cuk oturup anlamını zenginleştirdiği haliyle ne kadar "boş"lar fark ettiniz mi? Bu geceki programı izleyip izlememeniz konu değil tabi, sadece bu gecenin Disko Kralı bahsettiğim konu hakkında bir şeyler yazmamı sağlayacak kadar etkiledi beni. Bayülgen'in cumartesi geceleri eğlenmek içindir mantığıyla hareket ettiğinin farkında mısın deyip, stüdyoya umarsızca eğlenmeye gelmiş gençleri boş olmakla itham etmemim yanlış olduğunu düşünüyorsunuz belki de.

Benim anlayamadığım, hayata karşı duruş, olaylara bakış ve seçilen yolda geliştirilmeye çalışılan kişilik sırf cumartesi akşamı dışarı çıkıp eğleneceğim diye bir kenara atılan, 3 saat için görmezden gelinebilecek değerler midir? Özellikle ülkenin genelini oluşturan popülasyon için?

Jenerasyonuma ihanet sayılacak sözler ediyorum sanırım.

Okan Bayülgen'i severim, sevmeyi boş verelim saygı duyarım, kopmak istemediği işinde çabalıyor yıllardır. İşini iyi yapıyor diyemem belki ama benim kanaatim de pek kimsenin umurunda olabilecek bir değerlendirme sayılmaz. Geçmişimle bugünümün arasında zerre kadar benzerlik olmadığının kanıtıdır sanırım artık bu programı beğenmiyor olmam. Bu cümlenin kiminiz için açık bir hakaret olabileceğinin farkındayım ama benim için içimi rahatlatan güzel bir tespit.

Kısa kesip şunu sormak istiyorum, sizce de "bu ülkede......" diye başlayarak cümleler kuran ve sistemde eksik/yanlış gördüğünü eleştirilen birilerinin (sadece Bayülgen değil) eleştirdikleri eksiklikler sayesinde saygı görüyor olması acınılacak bir durum değil midir?

Ellerinde değişimi sağlayabilecek imkanlar olan insanların "yerinden olmamak, rahatını kaçırmamak" için halk bunu istiyor demesi ne büyük bir ihanet.

Gençler umarsızca eğlenirken dul kadınlar ve adamlar tekrar evlenip mutluluk oyunu oynuyor, biz de haberlerde şirinleri görebilme hevesindeki uslu çocuklarız işte.

Görüşmek üzere okuyucu.

21 Şubat 2010

Notlar.

Sevgili insanlar;

Hiç de mevsimlere falan benzemiyor insanlar. Mevsimler kıskanç değildir çünkü veya pişman olmazlar erkenden çiçek verdiği için ağaçlar. Doğayla hiç bir benzer yanı yok insanın. Savurup attığın çer çöp için deniz kabarıp çemkirmez sana hakkı olsa bile veya umursamadığın için çıkan yangında kül olan onlarca ağacın ruhu dadanmaz sana. İnsanın doğal olan hiç bir yanı yok. Doğup ölmesinden başka. Ne acı, yazık.

Sevgili elektronik ortam güncem;

Senden çok sıkılmış olduğum gerçeğini saklamak gibi bir amacım olmadığının farkındasın biliyorum, bir ihtimal belki aramızdaki ilişkiyi kurtarırız diye düşünüp görünümünde yenilikler yapmaya sevk ediyorsun beni ama olmuyor. Kangren olmuş bir ilişkiyi kurtarmaya çalışan orta yaşlı insanlara benziyoruz çoktan bitmiş bir heyecandan geriye kalmış başka kırıntı var mı diye obur güvercinler gibi eşeliyoruz toprağımızı ama sadece köklerimizi kanırtıyoruz.

Sevgili Mimi,

İyisindir umarım çünkü ne kadar saçma sapan yaşamlar sürsen bile hiç bir şey için üzülmeye değmiyor. Mesela fotoğraf makinenin bozulmuş olduğu ve yaptıracak paran olmadığı gerçeği seni üzmeliyken hiç üzmüyor. Aynı şekilde hayatının fırsatını kaçırmış olduğun fikri dönüyor son 2 aydır kafanın içinde ama ona da üzülmüyorsun. Bu yaz yapılacak festivallere gidemeyecek olmana da üzülmediğin gibi bu dönem okula gidemeyeceğin gerçeği de pek umurunda değil. Müstahaktır sana herşey be güzelim.

Bizimle Afrika'ya gel diyen haberci arkadaşlarınla Afrika'ya gidip Dünya Kupası'nı izlemek mi? Ondan da emin değilsin çünkü bırak Afrika'ya gitmeyi fotoğraf makineni yaptıracak kadar bile paran yok demiştim az evvel malumun. Yine de üzülmüyorsun ha?

Çalışman lazım yoksa annenler seni akıl hastanesine kapatacaklar. 1 ay boyunca evden çıkmayıp film izlemek ve kitap okumak delilik sayılıyor şu günlerde. Onlara da hak veriyorum.

Sevgili elektronik ortam güncem;

Ne seninle ne sensiz diye bir cümle var ya. Bence bu cümleyi bizim için söylemişler. Bütün iplerin benim elimdeyken bile senden ayrılamıyor olmam ne tür bir deli olduğumun gözler önüne serilmesi demek farkındayım.

Sevgili yarenim;

Olurda bu yaz bize gelemezsen eğer annemin geçekten hayatta olmadığına dair düşünceleri biraz daha gelişip, beni akıl hastalığıyla itham eden psikopatların eline koz verecek yeni bir veriye dönüşecek. Ayrıca küçük kız kardeşimin "bir üniversitede birlikte okuyalım abla" demesi her ne kadar onun benden ayrılmak istemediği anlamına gelse de benim çok uzun bir süredir aynı yerlerde takılıp kaldığımın farkında olmadan dillendirilmesi manasına geliyor sanki. Diyorum ki hadi ben asla maaşlı bir eleman olmayacak, evlenip çocuk çocuğa karışamayacak ve kitapları arasında yaşlanıp gidecek bir hayat öğrencisi olmaya devam edeceğim, sen de yanıma gelip bizimle takılır mısın ki?



Ve son olarak;

Kär B.

Kanske på något annat liv.

Fotoğraf: tristyn

29 Ocak 2010

Bu gün Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün ...

Ölüm haberleri gece gelirmiş efendiler. Ya da saat farkından dolayı siz geceyi sabah ederken gelirmiş, enlem boylam olayı işte...

Gecenin sabah olduğu saatlerde arayıp "im so sorry mimi, your old man is dead today." diyen sevgili Nick ile başlayan, Mimi'nin içselleştirdiği yazarın ölümü üzerine taziyelerini sunmak için arayan, mesaj veya mail atan arkadaşlar listesi bugün bile yeni isimlerle uzayıp gidiyor. Yani artık birbirinden alakasız işlerle uğraşıp, farklı hayatları tüketen ve eskisi gibi görüşmeyen arkadaşların değişmeyen tek ortak noktası Holden'ın yetim kalması. Yahu ne kadar kırılganmışız hepimiz hala. 15 yaşındayken hayatımıza giren ve bir kez bile yüzünü görüp sesini duymadığımız bir adamı nasıl da ailemiz bellemişiz yıllardır. Bu sabah arayıp "ruhlarımız yetim kaldı şimdi" dedi bir arkadaşım. Evet bile diyemedim.

Ebedi kaçak Bay Salinger 27 ocak günü istediği rahata kavuştu, malumunuzdur sanırım. İnsanlardan kendisini rahatsız etmemelerini isteyen ve 50 küsür yıldır evinden kolay kolay dışarı adım atmayıp pek az insanla görüşen Jerome David Salinger, artık Seymour'una kavuştu diyebiliriz.

20. yüzyılın son büyük yazarını da kaybetmiş olan dünyanın umurunda olan tek şeyin Salinger'ın evindeki bir kasada veya herhangi başka bir kuytuda saklamış olduğu düşünülen yayımlatmadığı eserleri olması biraz ölüye saygısızlık oluyorsa da edebiyat dünyası için yeni bir soluk hatta bir dönemin son yazıtları diyebileceğimiz bir keşif arayışı sayılır. İsteği üzerine bir anma töreni bile yapılmayacak ve insanlar evinin önünde toplanıp sağa sola mum yakıp çiçek sıkıştırmayacak. (bilemiyorum gerçi ne kadar engel olunabilir.)

İşte bu da hayattan iğrenip insanlardan tiksinmek için yeni bir nedendir.

Salinger'ın yıllar yılı izin vermediği yegane şey olan Catcher in the Rye'in film haklarını kim bin bir zahmet ile aileden satın alabilecek bilmiyorum ama çok sayıda sıfırın yanında diz boyu saygısızlığa şahit olacağız.

Umarım her şeyi yakıp yok etmişsindir.

14 Ocak 2010

Pas si simple

Karşınızdakine söylemek istediklerinizle söyledikleriniz arasında dağlar kadar fark varsa eğer, o kişiyle karşı karşıya oturmamalı, aklınıza gelen her şeyi olduğu gibi anlatmaktan çekinmeyeceğiniz biriyle olmalısınız.

İşin en kötü tarafı da ya karşınızdaki de aynen bu şekilde düşünüyorsa?

Kim kimi tüketiyor dersiniz...

İnsanların bir şeyleri başarmak zorunda oldukları hissiyle yaşamaları kadar kötü bir şey yok. Her şey bir yana olmak istedikleri kişinin aslında diğerlerinin görmesini istedikleri kişi olduğundan haberi yok kimsenin.

Birilerinin sizinle gurur duymasından daha önemli olan tek bir şey varsa o da kendinizle gurur duymanızdır.

Başkalarının onayına ihtiyaç duymadan yaşayabilmek olanaksızken, durup farklı olmak adına değil de kendi olmak adına bir şeylerden vazgeçebilen kaçınız var?


ÇukurNot: Yeni görünüm bir süre için böyle.

05 Ocak 2010

Rüya...

20dk. önce güzel güzel sızmışken şimdi deyim yerindeyse cin gibiyim. Ve uyumayı kat-i suretle düşünmüyorum.

Bir insan rüyasında ünlü birini görürse (ki bu ünlü insan Jared Leto, Emile Hirsch, Louise Garrel, Leonardo Sbaraglia, Romain Duris ve Takeshi Kaneshiro karışımı birşey ise...) ve rüyasındaki bu ünlü insanla 15 yaşındaki veletlerin hayallerindeki bir sahnenin içinde başroldeyse eğer, ertesi sabah kalktığında gülüp eğlenebileceği hatta arkadaşlarıyla muhabbet ederken "dün gece bi rüya gördüm hacı yok böyle bişi ahuhauhua" şeklinde anlatacağı çok hoş bir yaşanmışlığa sahip olur.

Ama rüyasında gördüğü insan 16 yıl önce intihar etmiş, ardından binlerce mum yakılıp dua edilmiş, hatta abartıp peşi sıra intihar edenlerin kaydedildiği arıza bir rock star ise ve bu rocker cenazeye gider gibi simsiyah bir takım içinde ona doğru yaklaşıp sarılmış ve "merak etme o kadar da kötü değil burası" diyorsa ve anlamadığı bir dilde ona dua etmeye başlıyorsa... ve ayrıca rüyanın sahibi soyut dünyasına konuk olan rockera somut sünyasında hayran bile değilse, bu işte bir terslik var demektir.

Televizyonu açtım, ses olsun diye... Şapşal bir dizinin bilmem kaçıncı tekrarı bana eşilik ediyor. Yazmalıyım, yazmalısın, yaz artık diyen iç seslerimi dinledim ve piisiimi açıp yazdım birşeyler. Ama yazmakla anlatmak çok farklı... O yüzden gelip birilerine anlatmam gerekliydi.

Basite kaçıp twitterı açtım önce, nasılsa bir sürü uykusuz asosyal şu an saçma sapan düşüncelerini birilerinin ciddiyetle okuyup algıladığını sanmakta...

Kısacası feci korktum azizim. Rüya tabirileriyle aram yoktur "kaba etin açıkta kalmış, çok yemişsin hazımsızlık çekiyorsun vs..." der geçer giderim... Yine de diyorum. Ama mümkünse sevgili Cobain bir daha soyutluğuma konuk olmasın.

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...