06 Eylül 2014

"Proclaimed the time was neither wrong nor right. I have been one acquainted with the night."

bir zaman geliyor aklında olan şeyleri yazmayı bırak kendi kendine anlatamıyorsun bile. yani ya birinin gelip senin yerine o cümleleri beyninden çekip çıkarması ve kağıda savurması gerekiyor ya da onlardan tamamen vazgeçip başka bir duruma adapte olmayı denemen. 

ben ikincisini seçtim çünkü gerçekten yorgun ve boş hissediyorum, yani sanki söyleyeceğim tek bir kelime bile zaten gereksiz yere birikmiş bir çok diğer kelimeden pek de farklı veya canlı olmayacak. 

bazı çok bilmiş ölü adamlar buna varoluşsal bunalım demiş. içinde bunalım kelimesi geçen her betimleyişi çok cool sanan biri olsaydım o an çözülecekti beynimdeki düğümler, ama olamadım. olamıyorum. olamayacağım.

yani demem o ki, etrafımdaki sevdiğimi sandığım insanların (en azından oscarlık performanslar çıkarıyorum onların yanındayken) veya 3-5 saatlik muhabbetlerim sonrası beni ve sorunlarımı algıladıklarını iddia eden duyarlı yabancıların sandıkları kadar dolu biri değilim. 

bu doluluğu düşünebileceğiniz her durum için sıfat olarak kullanabilirsiniz. sanatsal sancılarım var evet, anlam veremediğim insani davranışlarım, açıklayamadığım sevgi ve öfke durumlarım. verebilecek ne çok şeyim var diye düşünürken "ama kime" ukalalıklarım var hala... 

varoluşsal sıkıntılarım da olabilir ama ölümle bir alıp veremediğim yok bence. depresyonun sonunu ön gören ruh bilimciler tam da burada çok yanılıyorlar. 

hayatlarımızı programlanmış birer makineler olarak geçiriyor olduğumuz varsayımı nedense benim çok hoşuma gidiyor. bu şekilde yaşayabilirim bence. bilim insanlarının bu konu üzerinde çalışıp beynimi ve duygularımı birbirinden ayırıp beni bir yarı makineye döndürecekleri günün gelmesini gerçekten istiyorum.

o günü beklerken sadece takılmaya ve nasılsın diyenlere "bunun cevabını gerçekten öğrenmek istiyor musun?" diye sormaya devam edeceğim.

okuyucu. iyi kal.

ÇukurNotlar: 

*başlık; Robert Frost'un "Acquainted with the Night" şiirinden alıntıdır. İlgilenen Blue Rose Code'un bestelediği şekline şuradan ulaşabilir.

*fotoğraf; Sylvia Plath'in The Bell Jar kitabının 20. sayfasındaki "I took a deep breath and listened to the old brag of my heart: I am, I am, I am." dizesine ithafen yapılmış bir çalışma, şans eseri bulduğum...

* bu günlerde; bunu dinliyorum, bunları okuyorum, bunu izliyorum ve bu tür işler peşindeyim.





23 Mart 2014

Neden kitap okudugun degil hangi kitabı okudugun önemli...vol.2

Selam Blogger insanları,

Unutacağımı sandınız değil mi? Hayır unutmadım ve çok güzel kitaplar hazırladım.

Okuduğum ve okuduğuma mutlu olduğum kitaplardan cümleler ve görseller paylaşarak devam ettirecek olduğum (artık nereye kadar giderse) "neden kitap okuduğun değil hangi kitabı okuduğun önemli" başlıklı silsilemize 2. kitabımızla devam ediyoruz.




Bu yayına konu olan 2. kitabımız, sevgili Michael Cunningham'ın "Saatler" adlı kitabı, kitaptan seçtiğim cümle (cümle değil bölüm) ise;


“Partilerimizi veriyoruz; Kanada'da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz olsa da, elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de, dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmak için uğraşıyoruz. Hayatımızı yaşıyor, istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay. Bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu kazayla ölüyor; ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor, ya da eğer şanslıysak, zamanın kendisi... Avunacak bir şey var: ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin geleceğini bilse de... Yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun daha fazlasını umut ederiz. Bunu neden bu kadar sevdiğimizi Tanrı bilir.”

2002 yılında (bence muhteşem bir insan olan) Stephen Daldry tarafından filmleştirilen bu kitap, sanki bir imgelem... Bol hüzün bol sorgulama ve "Hayattan kaçınarak huzuru bulamazsın." cümlesi ile insanı "hayatla ne alıp veremediğimiz var?" sorusuna götüren kitap, size çok büyük amaçlar vereceği gibi bir iddiada değil. Ama Cunningham'ın kitapla ilgili The Guardian'da yayınlanan yazısında da dediği gibi "Genelin düzenini düşününce, önemsiz gibi görünen bir an, aslında küçük bir lütuftur." Benim için de bu kitap, geneli düşününce minik bir lütuf gerçekten...

Lütfen kolaya kaçıp önce filmi izleme okuyucu. Git kitabı al oku ve hatta okurken sana verdiğim şu linkteki albümü dinle, sonra kitabı bitir, otur düşün, sonra yine düşün ve eğer istersen gidip filmi de izle...

Ha bir de olurda filmi izlersen, yaklaşık 1,5 saat sonra şöyle bir diyalog karşına çıkacak;

"
- Neden birinin ölmesi gerekiyor?
- Leonard?
- Kitabında... birinin ölmesi gerektiğini söylemişsin. Neden? ... Bu aptalca bir soru mu?
- Hayır.
- Sanırım sorum aptalcaydı.
- Hiç de değil.
- Öyleyse?
- Geri kalanların, hayatın değerini daha iyi anlayabilmeleri için, birinin ölmesi gerekiyor. Bu bir zıtlık.
- Peki kim ölecek? ... Söyle bana.
- Şair ölecek. ... Hayalperest.    "

bu diyaloğu çok da ciddiye alma.

İyi kal okuyucu, 

dilerim hayat, nasılsın diye soranlara her şekilde "iyiyim" demeyi öğretmiş olsun sana da...


12 Mart 2014

insan mıyız, koyun mu?

 Pieter Brueghel - De Triomf van de Dood (Ölümün Zaferi)
17.yy'ın en önemli filozoflarından Thomas Hobbes insan yaşamının "yalnız, zavallı, kötü, acımasız ve kısa" olduğunu yazmıştı. Verilecek cevapsa açıktır: "Daha beter olabilirdi Thomas. Yalnız, zavallı, kötü, acımasız ve uzun olabilirdi."

Hobbes bir devlet, hükümet ve yasalar olmadan önceki yaşamı tarif ediyordu. İnsanlar rekabetçi yaratıklardır; yasa koyan ve yasa çiğneyenleri cezalandıran güçlü bir otorite olmadığı sürece birbirlerine güvenme nedeninden yoksundurlar. Doğal halde bireyler sürekli çatışmada ya da en azından süreli tetikte, güvensiz, çatışmaya hazırdırlar. Doğal hal, hükümet öncesi hal, savaş halidir. Doğal hal böyle feci iken insanlar haliyle daha iyisine geçmek isteyeceklerdir. Hobbes'a göre bir araya gelecek ve kendilerini temsil edip yönetecek, makul yaşama fırsatı ve güvenlik sunacak bir egemen, mutlak otorite üzerinde anlaşacaklardır.

Ortada, doğal haldeki bireylerin ne demeye herhangi bir anlaşmaya uymada birbirlerine güvenecekleri türünden bir sürü muamma var. Ama gelin biz hükümetlerin nasıl doğduğuyla uğraşmayalım. Şu anda bir devlet içinde yaşıyoruz. Demokratik yoldan seçilmiş bir hükümetimiz bulunduğunu varsayalım. Ancak demokrasi seviyesi ne olursa olsun, yapabileceklerimizi belirleyen ve kısıtlayan yasalar mevcut. Bu yasalardan bazılarını bir takım ahlaki veya dinsel ilkeler yüzünden onaylamayabiliriz.Bazılarından sırf istediklerimizi elde etmemizi engelledikleri için hoşlanmayabiliriz. Genel mesele şudur: Herhangi bir hükümet bize hangi yetke ile hükmeder?

Pratik yanıtlar verebiliriz: Yasalara uyarız çünkü uymamanın sonuçlarından ürker, para veya hapis cezası alma riskine girmek istemeyiz. İtaat, yaşamlarımızı elimizden gelen en iyi şekilde sürdürebilme hedefine bakıldığında yapılacak rasyonel şeydir. Fare mi yoksa insan mı sorusuna bazılarımız ciyaklayıp peynire uzanarak yanıt verme eğilimindedir. Kanunun dokunaçları ve polisin upuzun kolu devreye girdiğinde çoğumuz daha da ciyaklayabilir. Hattı zatında genel itaatkarlığımız kapsamında birbirimizi koyun misali izleyen biz fareler, koyunlara benzeriz. Elimizdeki muammaysa itaat etmemekle başımıza bir şey gelmese bile yasalara itaati yapılacak doğru şey kılanın, eğer varsa, ne olduğudur.

Çoğumuz devletin varlığından fayda görür: Vergi ödeme karşılığında başkalarından korunur, eğitim ve tıbbı hizmet alırız. Yasayla, yasasız halimizden daha iyi yaşarız. Haliyle bu faydaları sağlayan yasalara, bu faydalar karşılığında itaat etmek zorundayızdır. Bu görüşe derhal yapılacak bir itirazsa yasalara uyma gerekliliğinin toplamda fayda görmeyenlerde işe yaramamasıdır.Sonuçta önemli sayıda insan kötü şartlarda yaşamakta, barınacak yer bulamamakta, devletin sağladığı faydalardan yoksun kalmakta ve kalmayanlar tarafından görmezden gelinmektedir. Neden yasalara uysun bu insanlar peki? Ayrıca toplumun üst kesimlerindekiler aldıklarından çok daha fazasını verdiklerini öne sürebilirler. Bunu söylerken muhtemelen daha fazla şeye sahip olmalarının toplumun istikrarından ve sıklıkla miras yoluyla devralınan eşitsiz miktarların korunmasından geldiğini unutmaktadırlar.

Toplamda devletin varlığından fayda görsek bile bu durum, fayda sağlayana karşı herhangi bir yükümlülük taşıdığımız çıkarımına varmaz. Yasalara uyma karşılığında sağlanan faydaları kabul edeceğimize dair imza mı attık sanki? Biri bize içki ısmarlarsa karşılığında biz de ona ısmarlamak zorunda mıyız?

Yukarıdaki imza atma meselesi bizi bir başka yola, toplum sözleşmesine giden yola sokuyor: Devleti ve yasaya itaatimizi meşru kılan, var olan kurguya rıza göstermiş olmamızdır. John Locke ve Thomas Hobbes gibi bazı filozoflar tarihte bir takım bireylerin kendi hayırlarına hareket eden bir otorite tarafından yönetilmek üzere sözleşmeler yaptıklarını ve bu durumun bugünkü toplumlarımıza varan yolu açtığına inanmışlardır. Tabii tarihte böyle olayların yaşandığına inanmak için makul bir neden mevcut değildir. Yaşanmış olsalar bile bugünle ne denli ilgilidirler, bizi, bugünü ne kadar bağlarlar? Bizler yüzlerce yıl önce buralarda değildik, dolayısıyla da herhangi bir sözleşmeye imza atmadık.

Bu görüşe yanıt babında bugünkü yaşamlarımızda bahsedilen rızaya işaret eden özellikleri saptamaya bakabiliriz. Devlet hizmetlerinden faydalanıyoruz: Mesela Locke, Kral Yolu'nu bedava kullanıyoruz ki bu da devlete sözsüz rıza gösterdiğimiz anlamına gelir, diyor. Öyle midir peki? Bir ülkede yaşıyor, olanaklarından faydalanıyor olmamız doğrudan rıza gösterdiğimiz anlamına gelmez; hem sonuçta diğer seçenekler nedir? Kabulleneceğimiz yasalara sahip ülkeler bizi kabul edecek midir? 

Kendimizi okyanusun ortasında bir gemide bulmuşuz ve kaptan kalkmış, canınız isterse gidebilirsiniz diyor: Böyle bir durumdayız.

Sıklıkla rasyonellik imdada çağrılır. Doğru, herhangi bir özgün toplumsal sözleşmeye imza atmış değiliz. Doğru, toplumumuz içinde kalışımız rıza oluşturmaz. ama gelin, rasyonel olduğumuzu, henüz bir toplumda olmadığımızı ve toplumun yasalarını yaratma gereği duyduğumuzu varsayalım. Bir de cinsiyetimizden, ırkımızdan, becerilerimizden ve toplumda, şansla veya yeteneklerimizle muhtemel varabileceğimiz konumdan bihaberiz diyelim. Böylesi "ilksel" bir konumda, aramızda her şeyin adil olduğu "bilmezlik perdesinin" ardında düşünüşümüz, bireyliğimiz sürse bile, başkalarının çıkarından ayrılan kendi çıkarlarımızca zedelenmeyecek, ortak rasyonelliğimiz ve çıkarlarımız, adil yasaların, adil faydaların ve hakların hangileri olduklarını görmemize yol açacaktır. Bilmezlik perdesinin ardından temel özgürlüklere izin veren, bireyler arasından alakasız nedenlerle ayrımcılık yapmayan ve işler kötüleştiğinde sosyal yardım sağlayan bir topluma rıza vermek rasyonel görünecektir. Sonuçta bilmezlik perdesinin ardındayken azınlık gruplardan mıyız ya da dara mı düşeceğiz, bilmemiz mümkün değildir. Toplumumuz ilgili özelliklere sahipse perdenin ardından rıza göstermek rasyonel olacağından bugünkü itaatimiz, bu hipotetik görünen sözleşmeye hipotetik rızamız meşrudur.

Bu görüşe verilen alaycı yanıtsa toplum sözleşmelerinin üzerlerine yazılmadıkları kağıtlara bile değmedikleridir. Hipotetik rıza, rıza değildir. Ancak alaycı, esas meseleyi ıskalamaktadır: Meşru kılmalarda hipotetik yaklaşımların bihakkın yeri vardır. Mesela neden adamı tüm itirazlarına, onca debelenmesine rağmen tınmadan uçurumun kenarından yukarı çektiniz sorusuna, "Çünkü sarhoş olmasaydı uçurumun kıyısından çekilmeye, ölümcül düşüşten kurtarılmaya razı olurdu," yanıtı gelecektir.

Bilmezlik perdesine, rasyonelliğe ve hipotetik yaklaşıma başvurmak da kendi içinde yeni muammalar doğurur yalnız. Böyle bir perdenin ardındaki rasyonellik nasıl bir şeydir? Mesela, özgürlüğü daha yüksek vergilendirme isteyen sosyal yardımdan üstün tutmak rasyonel midir?

Devlete genel itaat konusunda hangi gerekçe sunulursa sunulsun kimi zaman ahlaken itaatsizlik etmek durumunda kalırız. Örneğin, çok çok fazla insan, yasalar yerine vicdanlarına başvursalardı hükümetler eliyle kurulmuş pek çok gaddarlık önlenebilirdi. Çok çok fazla insan fare-koyun işine girmek yerine insanlığının farkında olsaydı...

Yalnız unutmayın, tüm bunları söylemek benim için, sizin bunları okumanız kadar kolay: Büyük olasılıkla siz de benim şu anda yaptığım gibi rahatça oturuyor, ayağa kalkıp taşın altına el koymuyor ya da ağır şartlar altında dişiniz tırnağınızla mücadele etmiyorsunuz. Dünyadaki milyonlarca kısmetsizden uzağız -ki onların hayatları sahiden pis, acımasız ve kısa...


06 Mart 2014

"İngiltere'de bir fincan çay, her türlü derde hemen iyi gelir."


Merhaba sevgili okuyucu,

Tamam kabul ediyorum her zaman kolaya kaçan biri olmuşumdur. Bence bunda hiç bir yanlış taraf yok. 

Sonlara doğru yan taraftaki arkadaşın durumunda olsam da, bugünlerde bir şeyler yapmaya çalışıyormuş gibi görüyorum kendimi. Yani biraz daha devam edersem gerçekten bir şeyler ortaya çıkabilecek sanki. Bunun dışında hayat normal seyrinde devam etmekte. Sen nasılsın asıl bir dur ve bunu düşün derim.



*

Geçen gece izlediğim film sonrasında anladım ki Fransızcam artık İtalyancamdan daha kötü durumda, (ayrıca anladım ki bir filmi sırf içinde Romain Duris var diye izleme düşüncemi revize etmem gerekmekte) -hoşgeldiniz parantez araları- demek ki zekanın üzerinde durulmadıkça, beynimizin içine yeni bir şeyler eklemedikçe ve varolan bilgiyi tazelemedikçe belli bir yaştan sonra (gerçekten de) morona dönebilme potansiyelimiz var-mış.  Artık yazılı olarak görmessem eğer hiç bir fransızca kelimeyi duyduğumda anlayamıyorum. Üslup ve telaffuz konusuna gelince ise, lütfen her zamanki gibi stunning durumları.

"... un style est ce par quoi un système de formes organisées qui se refusent à l'imitation, peut exister en face des choses comme une autre Création." 

Zaten süper değildim ama "bu altyazıda bir hata var sanki" diyebilecek kadardım hani. Neyse, iyi ki Louis Garrel var deyip, ilk fırsatta eski algı formuma dönmek için her filmi 2 defa falan izlerim diyorum. La jalouise'i bile izlerim yani çünkü bir filmi sırf içinde Louis Garrel var diye izlemek gibi bir olayım var. (ve hayır bunu çelişkili biri olduğumu anla diye yazmadım, o senin yargın okuyucu ve bu çok ayıp.)

*
Tembel bir insan olduğum gerçeğini "ona atalet denir Mimi" şeklinde psikolojik bir terim olarak kullanan, çok sevdiğim (ve beni de çok sevdiklerini düşündüğüm) insanlar var etrafımda. Bana mı yoksa kendilerine mi yalan söylüyorlar anlamıyorum ama durum üzerine konuşurken ben hala "tembel" kelimesini kullanıyorum.

*

Bu sabah saat tam olarak 8:34 iken önce kettle aletine (ki kimse su ısıtıcı demiyordur eminim ketıl diyordur) günaydın deyip, "hadi bana kahve için su ısıt" düğmesine bastıktan sonra, kızartmak "zorunda" olduğum 1 adet hamburger ekmeğinin karnını yarıp makinenin içine koydum ve yatağıma geri döndüm ki Boris Vian şiirlerine göz atmaya başlayabileyim. Şimdi normal bir insanın 5 dakika sonra kalkıp bu iki eylemi sonuca ulaştırması gerekirken ben tam olarak 8:56'da hatırladım 8:34'te gerçekleştirdiğim bu eylemleri ve "oooooof" ünlemi ile kalkıp ayak sürüye sürüye mutfağa gittim. (ki öncesinde Lucien Coutaud'ya yazılmış Adalar şiirinin son 4 dizesini de okudum, zaten olan olmuştur düşüncesiyle...)

Çoktan kendi kendini kapamış bir kettle ve kahverenginin çok güzel bir tonunda yakmış olduğu ekmekleri siyaha döndürme çabasında olan bir makine ile kısa bir süre bakıştık. Sonra makineden çıkan ekmekleri bembeyaz bir tabağa koyarak önce sanat yapma kafasına girmeye çalıştım ama çok sıcak ve sinirliydi ekmekler bende kettle ile olan muhabbetimize döndüm ve ekmek kızartma makinesinden çok daha akıllı olduğu için kedisine övgü dolu sözler sarf ettim. Bunun üzerine bana çikolatalı kahve için su ısıtmaya başladı tekrar. Zaten kettlela aramızdaki dostluğun boyutu başka hiçbir mutfak aletiyle olmadığı kadar güçlüydü.


Kahveyi yaptıktan sonra 3 gündür izlemeye devam ettiğim davanın başlamasına az kaldığını fark edip "giyin - anahtarlarını al - para al - aradaki diğer küçük eylemeleri yap- dışarı çık - fırına yürü -  ekmek al - eve gel - montunu çıkar - yine aradaki diğer küçük eylemeleri yap - mutfağa git - ekmeği kes - taze ekmek olduğu için üzerine sürecek bir şeyler bul - peynir mi nutella mı ikilemine düş - bu arada çoktan dava başlamış ve kahven soğumuş olsun" silsilesini de düşünerek, kararmasına az kalmış koyu kahverengi ekmekleri yemeye karar verip tüm bu eylem zincirinden kendimi azat ettim.


Saat 9:10'da canlı yayın karşısına geçmiştim. Ve bana tembel demeyerek kibarlık yapanlar gerçekten çok yanılıyordu.


*
Gecen gece "Son zamanlarda okuduğun en iyi kitap nedir Mimiciğim?" diye soran sevgili arkadaşım Timmy'ye "Bay Kokuşuk" diye cevap verdim ve o da bana "son zamanlarda okuduğun 25 yaş ve üzerine hitap eden en iyi kitap nedir Mimiciğim?" sorsuyla geri döndü. Arkadaşlarımın gayet terbiyesiz insanlar olduklarını bir kenara bırakacak olursak, gerçekten son zamanlarda okuduğum en iyi kitap 8-11 yaş arası çocuklar için yazılmış olan Bay Kokuşuk. Bence sırf çocuk kitabı diyerek elediğimiz ve gözden kaçırdığımız çok güzel hikayeler ve çıkarımlar var. Mesela;


*anlat çocuğum

"İngiltere'de bir fincan çay, her türlü derde hemen iyi gelir. 
Bisikletten mi düştün? Al sana çay.
Evine meteor mu çarptı? Al bakalım, bir fincan çay, bir de kurabiye.
Ailen zaman tünelinden geçip gelmiş bir T-Rex tarafından mı yendi? Al bakalım, bir fincan çay, bir dilim pasta.
Şu noktada daha lezzetli yiyeceklere de başvurulabilir tabii; mesela yumurtalı ekmek veya sosisli poğaçaya."


*
Yalova'da yaşamaya devam ediyor olduğum malumunuz. Yalova'da yapacak pek bir şeyin olmadığı da (benim için) bir gerçek. Her çarşamba akşamı buluşup aklınıza gelebilecek her şey hakkında konuştuğumuz (tabi ki homojen olmayan diferansiyel denklemler hakkında falan konuşmuyoruz, kim bunun hakkında muhabbet etmek ister ki?) bir "Çarşamba Akşamı Buluşmaları" gurubumuz var. Farklı bir yapıya sahip bir grup olduğumuzu düşünüyorum. Ayda bir, bir kitap üzerine konuşuyor kalan haftalarda da konuşmak istediğimiz konu başlıklarından birini oylama ile seçip tartışıyoruz, konuşuyoruz, bazen fikirleri kafa kafaya tokuşturuyoruz. 

Dün akşam şiir konuştuk ve ben W.H.Auden'in Cenaze Blues'unu (ki buradaki blues kelimesinin hüzün anlamında kullanıldığını düşünmeme rağmen blues olarak kullanmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.) paylaşmaya karar vermiştim. Ne güzel şiirdir o okuyucu bilir misin? Ben kendi çevirimi yazıyorum buraya (çünkü çok ukalayım ve yapılmış çevirilerin hiç birini beğenmedim) ve çay arası bitmek üzere olan davayı izlemeye geri dönüyorum.

*
İyi ki avukat falan olmamışım.



Kendine arada sırada küçük iyilikler yap okuyucu, görüşelim.


31 Ocak 2014

Neden kitap okudugun degil hangi kitabı okudugun önemli...vol.1

Selam Blogger insanları;

İyi olup olmamanız umurumda bile değil sonuçta hala nefes alıyor ve atmosferimde yer kaplıyorsunuz. Aferin.

Bugün sizlerle yeni bir "yığın" üzerinde çalışmaya başlayacağız. Bu sefer konumuz kitaplar.
Başlıktaki cümle bana ait sanırım, yani daha önce bir yerde duyup veya okuyup da benim cümlem-miş sanıyor da olabilirim tabii. Eğer öyleyse canım sağolsun. Her neyse konumuza dönecek olursak eğer yeni bir vol. bilmem kaç silsilesine başlıyoruz.

Okuduğum ve okuduğuma mutlu olduğum kitaplardan birer cümle ve kitap görseli paylaşarak devam ettirecek olduğum bu silsile de amaç; kitaplar üzerine konuşmak veya "biz çok kitap okuyan insanlarız" havasını atmak değil. Tabii isteyen bu saydıklarımı da yapabilir, herkesin özgür olduğu iddia ediken bir ülkede yaşıyoruz sonuçta.

Seçtiğim ilk kitap Ursula Kroeber Le Guin'in "Mülksüzler" adlı bilimkurgu romanı. Kitaptan seçtiğim cümle ise;

"Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki " dedi Bedap, " yaşamının geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir."



Kendinize iyi bakın okuyucular, görüşelim.

22 Ocak 2014

Allah Tanrı Yehova (ya da ne derseniz) Var Olmak Zorunda Mıdır?




  • -       En büyük benim.
  • -       En büyük ne ama?
  • -       En büyük varlık.
  • -       Ha, Tanrı yani.
  • -       Aynen. Ya da Allah veya Yehova… Milletin taktığı adlar dert değil. En büyük, daha büyüğü düşünülemeyecek ya da düşlenemeyecek en büyük varlık benim sonuçta.
  • -       Ya, ben de öyle duymuştum. Yoksun ama sen.
  • -       Kiminle konuşuyorsun öyleyse?
  • -       Kendimle konuşuyorum.
  • -       Doğru. Şu an bile doğru. En büyük varlık olmam hasebiyle sohbete ihtiyacım yok benim. Bu diyalog kendinle. Ama eğer doğru mantık yürütürsen var olmam gerektiğini fark edeceksin. H em de sadece zihninde, imgeleminde veya düşlerinde değil.
  • -       Nasıl yani?
  • -       Varlığımın kafadan reddedilmediğini kabul et. Varoluşumu bir şekilde hissedebilirsin.
  • -       Düşünmeye başlayınca emin olamıyorum. Ama diyelim ki becerebildim, diyelim ki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen hatta tümüyle kusursuz, evreni yaratmış bir varlık var… Ancak Ey düşünülebilenlerin en büyüğü, ortada varlığına dair hiçbir kanıt yok.
  • -       Doğru. Çoğunluğun düşündüğünün aksine dünyada işaret bırakmadım. Evrene de odaklanma. Kendine bile odaklanma hatta. Sadece bana, benim varlığım düşüncesine odaklan.
  • -       Peki, tamam. Düşünülebilecek en büyük varlığı dair bir fikrim var… Galiba.
  • -       Öyle. Daha büyük hiçbir şeyin olamayacağı bir varlık düşünülebilir, harika. Şimdi, var olmadığımı varsay.
  • -       Varsaymama gerek yok. Yoksun.
  • -        Diyelim ki doğru. Bu durumda, eğer var olsaydım, senin düşünülebilecek en büyük varlık fikrine göre düşünülebilecek en büyük varlıktan daha büyük olmam gerekir gibi görünüyor.
  • -       A-ha, çelişki.
  • -       Eh, sadece eğer düşündüğün hem varlıktan yoksun hem de düşünülebilecek en büyük varlıksa çelişki. Çünkü bu türde var olmayan bir varlık düşünülebilecek en büyük varlık olamaz. Var olmamak gibi kocaman bir defoya sahip bir varlık nasıl en büyük olabilir? Var olduğumu artık kavrarsın herhalde.

Okuduğunuz küçük diyalog 11.yy’da Canterburyli Anselmo tarafından öne sürülmüş ontolojik (varlıkbilimsel) kanıttan uyarlanmıştır. Şu veya bu şekilde ortaya atılmış çeşitli ontolojik kanıtlar dikkate değer destek görmekle birlikte aynı ölçüde reddedilmiştir ki yakın dönemde büyük ölçüde retle karşılaşmışlardır. Büyük filozoflardan, kimi lehine, kimi aleyhinde saf tutmuştur. Mesela Descartes lehine, Hume aleyhineydi. Leibniz lehine, Kant aleyhineydi.

Önümüzdeki zorluk şudur: Sadece sahip olduğumuz fikirlere ait kelimeler üzerine temellenmiş herhangi bir düşünüş bizi gerçeklik hakkında çıkarımlara nasıl götürebilir? Tekboynuzlulara, denizkızlarına, Noel Baba’ya dair fikirlerimiz var ama bunların var olup olmadığını saptamak için bütün dünyayı aramamız gerekir.

Peki, bu zorluk bizi etkilemeli mi? Sonuçta, fikirlerimizi analiz ettiğimizde bazı şeylerin gerçekte var olamayacakları sonucuna varıyoruz. Mesela karelerle dairelerin doğalarını kavradığımızda, “kare daire veya köşeli daire” diye bir şeyin olmadığı sonucuna varıyoruz. Ötesi, mesela sayı dizilerini kavradığımızda on yedi ile yirmi üç arasında bir asal sayı bulunması gerektiği sonucuna varabiliyoruz. Tabii bu örnekler özel örnekler; soyut varlıklarla, duyularımızla hiçbir şekilde tecrübe edemeyeceğimiz veya bilimsel araştırmalarla somut kanıtını bulamayacağımız varlıklarla ilgililer. Gerçi aynı zamanda sadece mantık yürütme yoluyla bir takım kanıtları deneye dayalı gündelik varlıkların da, mesela hem uçan hem de uçamayan bir yaratığın var olamayacağını da kanıtlayabiliriz.

Kimileri ontolojik kanıtların X fikrini X’le karıştırdığını öne sürüyor. File dair fikrimiz, hortumlu bir yaratığa aittir; ama fikrin kendisi hortumlu değildir. Kanıtın görünürdeki gücü, diyorlar, tehdit altındaki bir çelişkiye dayanıyor ve karışıklık buradan çıkıyor. İşte bu durumu kanıtların bazılarının kilit noktalarını sunduğumuzda görüyoruz:

Düşünülebilecek en büyük varlığın var olmadığını varsaymamız durumunda var olsaydı, düşünülebilecek en büyük varlıktan büyük olurdu ama bu, bir çelişkidir.
Buradaki hata, düşünülebilecek en büyük varlık fikrimize bu tür büyüklüğün bizzat rakibiymiş muamelesi yapmamızda yatıyor. Evet, düşünülebilecek en büyük varlık var olsaydı zihnimizde var olan fikrimizden (hatta her fikirden) daha büyük olurdu ama bu, fikrimizin neyin fikri olduğundan daha büyük olurdu demek değildir; çünkü fikrimiz sadece düşünülebilecek en büyük varlığa aittir. Yani bir çelişki söz konusu olmayacaktır.

Gerçi bizim diyalog, addia edilen karşılığa dahil görünmüyor. Tanrı; “düşünülebilecek en büyük varlık” derken ne kasttettiğiimizi düşünürsek işin içinde var olmanın bulunduğunu görmemiz gerektiğini söylüyor. Daha ileri götürelim.

  • -       Ama Noel Baba, sen yoksun ki?
  • -       Noel Baba anlayışına göre haklısın. Ama gel, bir de azami cömertlikte, beyazın beyazı sakallı, mümkün olan en sıcak “ho-ho-ho”ları atan, falan, bir Noel Baba düşün.
  • -       Deniyorum.
  • -       Ona, “Düşünülebilecek en büyük Noel Baba” adını ver. Bu durumda, o var olmasaydı daha büyük bir Noel Baba, yani var olanı düşünebilmemiz gerekir ki öyleyse…
  • -       Ha, “Öyleyse düşünülebilecek en büyük Noel Baba vardır,” diyeceksin.
  • -       E, kapmışsın olayı sen.
  • -       Ama bu durumda sayısız en büyük şey de var olacaktır… En büyük kedi, en büyük köpek, en büyük güvercin, en büyük dondurma…
  • -       Evren büyük sahiden.
  • -       Öyle büyük ki eğer bu akıl yürütme doğruysa sadece en büyük iyi Tanrı değil, ayrıca en büyük kötü Şeytan da var demektir.

Ne demek bu “En Büyük” ? “En Büyük” bazen kusursuzluk bazense azami bağımsız gerçeklik olarak anlaşılır. Hangi şekliyle bakılırsa bakılsın, bu kavram var oluşu içerir ve büyüklükte olmayan özellikleri dışlar. Yani düşünülebilecek en büyük Noel Baba meselesi çelişkilidir; çünkü Noel Baba, Noel Baba olması sebebiyle, ne denli büyük olursa olsun sonlu ve pek çok açıdan sınırlı olacaktır. Mesela; insanlara hediyelerini verebilmek için normal boydaki bacalara sığması gerekecektir. Benzer nedenlerle en büyük varlığı kusursuz, eksiksiz görme yetisine sahip, aksansız Estonya dili konuşabilen bir tango üstadı görmemeliyiz. Ancak, hazır ontolojik kanıtların ruhuna girmişken, büyük, en azından varoluş özelliği sahipliğiyle büyük bir Noel Baba fikrimizin olduğunu öne süremez miyiz? Bu durumda, böyle bir Noel Baba olmasaydı, kendimizi bir çelişkinin ortasında bulmamız gerekirdi.

Bu tür tartışmalarda hatayı ortaya çıkarmak için başka bir örnek veremek gerekirse: Mesela bir eş bulma acentesine gidip hayallerinizin kadınını/erkeğini tarif etseydiniz ve acente size verdiğiniz tariflere (listelediğiniz yüklemlere) uyan ama hayali biri sunsaydı bu hiç hoşunuza gitmezdi. “Aaa, ama var olması gerektiğini özellikle belirtmemiştiniz,” yanıtı “Paramı geri verin” talebinizin önünü almaya yetmeyecektir. Ama baştaki talebinize “ ve var olan” lafını eklerseniz, bu başka bir özellik olmayacak ve acente listelenmiş yüklemlerin tarif ettiğine uygun bir eş bulacaktır.

Tanrı meselesine dönelim: Düşünülebilecek en büyük varlık fikrinden, böyle bir varlığın gücü her şeye yeten ve falan filan özelliklere sahip bir varlık olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ama “ve var olan” demek, doğrudan bu özelliklere sahip böyle bir varlık var demektir. Böyle bir varlığın var olup olmaması, dünyadaki herhangi bir nesnenin  verilen tarif veya yüklemlere uyup uymamasına bağlıdır. E, peki dünyayı yahut evreni baştan aşağı aramak haricinde bunu nasıl bulabiliriz? Bu mantık yürütüş, “Varoluş bir yüklem değildir.” sloganıyla vücut bulmuştur.

Dünyayı, çevremizi araştırdığımızda sadece var olan nesnelerle karşılaşırız. Bir kitap, şu ağaç, Güneş ve Ay var olmayabilirlerdi… Öyle görünüyor. Ayrıca bir şeyin sadece var olduğunu belirleyecek tarif veya yüklemler dizisini kurmak da kolay değildir. Ve yine ancak, sadece mantık yürüterek köşeli dairelerin var olamayacağını ve on dokuz sayısının var olması gerektiği sonuçlarına varabiliyoruz. Öte yandan bu örnekler gerekli varoluşla, neyin var olması gerektiğiyle ilgilidir. Belki de düşünülebilecek en büyük varlık fikri var olması gereken bir şeye, soyut matematik varlıklara yakın bir varlığa sahip bir şeye işaret ediyordur. Tabii bu durumda gerekli varoluşla ilgili en büyük varlığa dair tutarlı bir fikre gerçekten sahip olup olmadığımızı merak edebiliriz.

Sonuç olarak; en büyük sayı var olamaz. Söyleyeceğiniz herhangi bir sayıdan daha büyüğü illa söylenebilir. Bu yüzden düşünülebilecek en büyük varlık (en büyük güç, en büyük aşk) fikri, en büyük sayı fikri kadar tutarsızdır. Dahası, böyle bir varlığı makul bulsak ve böyle bir varlığın “var olması gerektiğini” düşünmeye yönelsek bile, bu varlık, matematiksel varlıklara benzer soyut bir varlık olarak kalacak gözükmekte.


Soyut varlıklar nedensel güçlerden yoksundur. Yaratamaz, hüküm veremez ve sevemezler. Öyleyse bu şekilde kavranacak “düşünülebilen en büyük varlık” (Allah, Tanrı, Yehova veya ne derseniz)  geleneksel anlamda listelenen ilahi özelliklerden yoksun olacaktır. Bu durumdaysa, kimi laf cambazları bizi en müthiş Noel Baba’nın veya en şahane dondurmanın varlığına ikna  edebilseler bile, böyle bir Noel Baba bizim soyut-olmayan, somut dünyamızda hediye dağıtamaz ve böyle bir dondurma soyut-olmayan, somut dillerimiz tarafından, ne kadar laf cambazı olursak olalım, yalanamaz.


18 Ocak 2014

something had to break us out

Sanırım asıl problemim genele adapte olmayı becerememek. (bu fikre daha sonra -çook daha sonra- döneceğiz.)

Önceden bu hislerin mevsimsel depresyon denilen şey olduğunu düşüyor ve geçip gideceğini sanıyordum, yani gerçekten ne kadar unique olabilir ki bakkaldan ekmek ve sigara alan biri?

Öğleden önce televizyon kuşağı psikiyatrının söylediği gibi "bahar depresyonu" idi beni huzursuz ve agresif yapan. Yaşamımın değil mevsimin sorunsalıydı bu durum ve karanlık bir odada güzel bir film izleyip 1-2 şişe bira içince geçecekti.

Ama geçmedi. Çünkü bende bahar depresyonu yoktu, hiç de olmamıştı. Benimki daha bilindik bir şeydi, iyi çocuk olma sendromu. Başkalarının doğru dediğini yapan, her zaman takdir almak isteyen ve hiç büyüyemeyen insanın sendromu.

İnsanın hayatında gerçekten hoşuna giderek yaptığı tek bir şey bile yoksa, yanlış yaşıyor demektir.

Ben çok yanlış yaşıyormuşum. Resmen günü kurtarıyormuş beynim sinsice ve bende bir güzel yiyormuşum bunu kendimce.

Yaşın 27 olduğu bu günlerde, yıllar geçtikçe hayalini kurduğum şeylerden biraz daha uzaklaşıyor gibiyim. Tamam zaten reel yaşam hiç de insanın yaşamasına uygun bir ortam değil ama en azından hayal kurmak gerçekten serbest olsaymış.

Anlamıyorum diğer insanlar nasıl oluyor da başarabiliyor. Kıskanıyorum desem yeridir hani.


Bu akşam eve dönerken geçtiğim parktaki zihinleri dumanlı gençlerin hali dışında beni mutlu eden tek şey, bu sabah ilk defa kullandığım, ofisin yılbaşı partisinde bana hediye edilen kırmızı rujun; gerçekten ama gerçekten çok güzel bir kırmızı renge
sahip olması ve kalın çerçeveli gözlüklerle eşleşince aynadaki bana "bir Wes Anderson karesinden çıkmış falan olabilirim!" dedirtmesiydi.

Okuyucu sen hep sen ol.
Öptüm.

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...