28 Ekim 2008

Şekerle Avutulan Ülkenin Gazetecisi

Kültür sanat konularında çalışırken istediğin galaya, konsere istediğin ülkede gitmek çok basitken, siyasal konularda neden bu kadar zorluk çekiyor şu Türkiye Cumhuriyeti gazetecileri anlamıyorum. Sanırım şekerle avutulan çocuklar gibi bir kaç gala ve resital ile geçiştiriliyoruz. Biliyor musunuz çoğu gazetecimiz dış haber bildirimlerini bulunduğu ülkenin izin verdiği ölçüde yapıyor. Zaten "bu ülkede kaç kişi dış haberleri takip ediyor ki, kendi siyasetimizden haberleri bile yok" cümlesini kuran bir yayın müdürü tanıyorum, haklı olması bir yana kurduğu cümleden rahatsızlık duydu mu duymadı mı bilmiyorum.

Evet biz gazeteciyiz. Evrensel bir mesleğe sahibiz ve dil sorunu olmadığı takdirde istediğimiz ülkede çalışabiliriz.

Ama gelin görün ki basın kartımı alsam bile diğer ülkelerde pek de işime yaramayacağını öğrendim geçen gün. Polis muhabirliği yaptığı için ayrıca bir kimliği daha olan, yurtdışında onu kullanarak önündeki kilitleri açtıran, artık o dönemlere "güzel anılar" diyen, şu an güzelce döşenmiş bir odaya sahip üst düzey yönetici gazeteci ağabeyime misafir oldum hafta içinde. Son zamanlarda habercilikte yaşanan olayları konuştuğumuzda;

- Hiç olmadı Mimiciğim, alırım yine fotoğraf makinemi inerim sokaklara, kimse bana bir şeyler buyuramaz, ben gazeteciyim!

dedi. Bende haklısınız .... abi, dedim. Ama gelin görün ki artık böyle bir cümleyi kurabilecek pek insan yok bu meslekte. Ben kurarım diyorum ama bakınız üst düzey yönetici ... abimden Birleşmiş Milletler'e yapacağım başvuru için bir kaç tüyo, belli isimler almaya çalışıyorum. O yüzden odasında oturuyorum, ikramlarını kabul edip koyu bir muhabbete başlıyorum. Karşılıklı oturmuş çaylarımızı içerken bunun ne demek olduğunun ikimizde farkındayız, tanıdığımın tanıdıklarının bana bir güzellik yapması konusunu konuşuyoruz aslında.

- Keşke bu tür telefon görüşmelerine gerek kalmadan istediğini alabilecek olsan Mimiciğim.
- Evet ... abi, ama bu iş her yerde böyle yürüyor sanırım.

Annemin halini hatrını sorup, kardeşlerimin ve kuzenlerimin okul durumunu konuşuyoruz. Sohbet biraz insancıllaşıyor bu sayede. Çay içiyoruz o arada ince belliden, arkasındaki duvarda asılı olan büyük fotoğrafta Mustafa Kemal var, arkasındaki kalabalıkla bir binanın merdivenlerinden inerken çekilmiş. Gözüm takılıyor ona, ne kadar güzel bir fotoğraf olduğunu görmenizi isterdim. 1 saattir o odadayım, biz muhabbet ederken 2 yere telefon edildi benim için, birine ulaşıldı diğerine toplantıda olduğu için not bırakıldı, 3 kere çaldı telefon 2'si işle ilgiliydi 1'i benim gibi bir "hatırla işleri yoluna koydurabilme peşindeki" birindendi.

- Bu iş olursa okulu bitiremeyeceksin sanırım Mimi?
- Sizin de bitirmediğinizi biliyorum ... abi, yalnış mı hatırladım yoksa?
- Ahahaha, gazeteci olmuşsun sen.
- Henüz başındayım, gazeteci adayı diyelim.

Yapmak istediklerimi anlatınca macera peşinde olmadığımı söyleyen tek kişinin .. abi olması normal sanırım. Bosna'da savaş sırasında çektiği fotoğrafın manşetten girmesinin hikayesini anlattı bana. İnsan avının olduğu o dönemlerde deklanşöre basmasıyla kafalarının üstlerinden uçuşan mermilerden kaçmalarının bir olduğunu anlattı. O günlerin kötü olduğunu ama o zamanları bazen özlediğini söyledi.

- Eskiden işler bu kadar çamura batmış halde değildi Mimi. Ben büyük üniversiteleri bitirmedim belki ama olduğum yere de babamın hatrına oturtmadılar beni. Polis muhabiriyken en az onlar kadar tehlike içindeydik bizde, savaş muhabirliği döneminde yaşadıklarımızı bir kitap yapsak belki satmaz şu an ki piyasada bilemiyorum, zaten orda gördüklerimizi anlatacak kelimeleri kolay kolay bulamayız sanırım, ablana tedaviye gitmemiz gerekir ehehehe.

Önündeki boşluğa takılıp giden gözleri, psikopat ablam ne iş yapar işe başlamış mıdır yardım ister midir konusuyla eski yerlerine döndüler.

Çok rahatsızlık duyuyorum aslında belli insanlara gidip benim şöyle şöyle bir durumum var yardımcı olur musunuz demeye. Ama işler başka türlü yürümüyor maalesef.

O halledilmesi gereken işim ne derseniz. Sierra Leone'ye gidip mülteci kamplarında bulunup bir yazı dizisi hazırlama planlarım vardı uzun zamandır, bir dahaki sene okul bitince istediğimi yaparım diyordum ama baktım ki okulun bitmesi o kadar da önemli değilmiş o yüzden çalışmalarıma hız verdim. Daha sonra önce Avrupa ülkelerine gitmek istedim, fotoğraf çekmek ve bir dergi veya gazete için haber yapmak amacındayım. Öğrenci kimliğim hala elimdeyken hiç olmadı gezerim diyorum. ... abi ile olan görüşmemi Birleşmiş Milletler'e mülteci kampları konusu için yaptım. Vize sorunu olayı. Ayrıca San Fransisco'daki bir sanat okulunda senaryo yazarlığı kursuna gidecektim, dil sınavı literatür vs derken hazır gibiyim sanki, o iş bu işten önce olursa Amerika vizem olduğu için bürokrasi meselesini daha kolay hallederim diye düşünüyorum. Farklı birşeyler daha yapabilir miyim /yapabilir mi diye .. abi ile konuşmtum yani anlayacağınız. Bilmiyorum ne olacak. İstediğimi yapabilecek miyim yoksa "en azından denedim" mi diyeceğim.

Bu ülkede isteğinizin veya yeteneğinizin olması her zaman yeterli olmuyor, nitelik sayılmıyor, bunun farkında olup birilerinden "bir gün karşılığını vereceğiniz zamanın geleceği bir yardım" istemeniz gerekiyor. Ben yardım istiyorum ve istemeye de devam edeceğim. Ayrıca bu iş için çok para harcayıp hiç para kazanamayacağım gerçeği ironik diye adlandırılabilir sanırım, o da başka bir konu.

Ya da bakarsınız bir gün bazılarının yaptığını yaparım. Belki siyasetle içli dışlı olan akrabalarımdan biri milletvekili olur ya da yerel seçimlerde İstanbul ilçelerinden birine başkan olur veya direkt hükümetle ortaklık yapar falan bende bir köşede kendime bir mevki edinip 5 yıl işe bile gitmeden maaşımı hesabıma yatmış bulurum. Her ay 3-5 bin lira yeter canıım!..

_______________________________________________________









Bu kareler 2007 yılında Farnsa'da çekildi. Fotoğraflar Véronique Sala'dan. Eski klasörleri karıştırırken buldum. Görün istedim.

25 Ekim 2008

Yassak Hemşerim Gi-re-mez-sin!...

.
.
.
Blogger'ın mahkeme kararıyla erişimi engellenmiş, tüm bloggerlara hayırlı uğurlu olsun efenim, ben yasakçının daniskasıyım, hı hı evet.
.
.
.

10 Ekim 2008

.
.
.

Gidebilirim aslında. Hem de 4 gün içerisinde. Ama yalnızlık feci koyar...

Birilerini arar hep gözüm sonra ruhum melankoliye sarar.

Eiffel'in altındaki bir küçük caféde garsonluğa başlarım, kimsenin ilgisini çekmem, maaşımı şarap ve peynir olarak alırım, belki biraz da croissant...

Bir minik odacıkda yaşayabilirim. Balkonu olur 3metrekarecik, her yanı fesleğen kokan... Bir bisiklet eski, kırmızı... Radyo ve gramafon tozlu sıcak... Tek parça elbiseler ve babetler, sadece Pazar günleri giymek için. Bir yazı masası ve kurşun kalemler... Tüm mal varlığım.

Radyo'da Mahler çalar her akşam belki biraz da Schubert. Bazı geceler Aznavour, Piaf ve Mathieu çalarım belki... Her akşam french vanilla cappuccinomun yanına bir doz Benjamin Biolay alırım, basit yaşarım... Koşturmam gereken işler-kişiler olmaz.

Arada ziyaretime gelirsin yanıma kıvrılıverirsin. Gelirken bir şişe Çankaya Beyaz getirirsin. Yarım kalmış hikayelerimi bitirmiş olurum yüksek sesle ilk sana okurum...

Gideceğin akşam 短歌 çalarım arkandan. Ne daha büyük bir ev ne daha çok para ne daha fazla insan isterim o zaman.

Gidebilirim aslında 4 gün içerisinde. Bir daha dönmem belki de... Artık bekleme beni Ortaköy sahilde...

06 Ekim 2008

Mimi is listening to Elliott Smith in these days...

Biraz müzik sıkıştırayım araya, 4bin küsür parça ayıkladım tatilde, ipod'u doldurdum, gözümün önünde listeler uçuşuyor... Dinlediğim parçalar olmazsa her sabah yataktan kalkmak için pek bir nedenim de olmazdı sanırım diye düşünüyorum bazen, duyan "amma saçmaladın" diyor, takmıyorum pek...

Çok sıradan biriyim azizim, bazen sıkıcılaşıyorum bu yüzden, ama yine de idare ediyorum. Hangi günde olduğunu bilmeyen insanlardan oldum. Ama bunu da pek sorun etmiyorum, şu an ki en büyük sorunum akşam ki çorbanın bitmiş olması, çünkü tadı çok güzeldi ve bir daha öyle bir çorbayı ne zaman içerim bilmiyorum. Böyle bir insanın dinleyeceği türde şeylere takılmış sayılırım bu aralar, belli bir müzik zevkine sahip olmayan biriyim, bu tür bir cümle kuran kişi müzikten pek anlamıyordur demişti bana bir müzik adamı, bende cevap olarak "yani sizler anlatabiliyorsunuz?" demiştim. Bozulmuştu sanırım...

Bu ara (hatta şu an) Elliott Smith dinliyorum, sakin sakin günü bitiriyorum işte. Müzikal geçmişi benim müzik dinlediğim yıllarda başlayan insanları daha bir farklı seviyorum sanırım, hani aynı jenerasyon içinde yaşamış olmanın verdiği bir yakınlık falan olsa gerek bu. Ya da buna benzer bir saçmalık... Elliott Smith öldürüldüğü zaman çok farklı hislerle üzülmüştüm, arkasından "ah" diyerek bir iki damla tuzlu yağmur akıtmıştım, hani çok çok büyük bir fan değildim ama aynı zaman dilimini tüketmiş ve onun müziğini zevkle dinlemiş biri olarak, ölenin arkasından tutulan yas klişesinin dışında bir üzüntü yaşamıştım. Bunun şu an bile saçma geldiğinin farkındayım ama bende pek genel bir kişi sayılmam sanırım, genellemeler yaparak anlatmayı beceremiyorum bazı şeyleri, anlayabilenler var beni biliyorum, o yüzden cümleleri uzatmaya devam ediyorum.

'97 veya '98 yılıydı sanırım, kuzenimin arabasında dinlemiştim ilk, hangi parçaydı hatırlamıyorum, kaseti çıkarıp Elliott Smith adını almıştım ve tanışmamız böyle olmuştu. O yıllarda teknolojik açıdan büyük eksikler yaşıyordum, şu an ki olanaklarımıza sahip pek arkadaşım da yoktu açıkcası ve bulabildiğiyle idare etmeye çalışan diğer gençler gibiydim işte. Yine de iyi bir takipçi olduğumu düşünüyorum. Ve şimdi düşününce '98 yılı o kadar da uzak gelmiyor, nasıl bu kadar değişebildi herşey diye şaşırıyorum yine. Bu başka bir konu ama...

Uzatmıyorum daha çok, hiç dinlememiş olanlar kendileri keşf etsin isterim hep. Ben ne dersem diyeyim zaten sizin ne duyduğunuz önemli. Ama Elliott Smith dinleyip de "beğenmedim bu adamı" diyen birine daha rastlamadım o yüzden az sonra koyacağım parçaları pek beğenmeseniz bile lütfen bana bildirmeyin, hani yüzsüzce bir istek gibi oldu sanki ama bunu küstahlık olarak değil, müzik sayesinde hiç tanımadığı insanlarla arasında güçlü bağlar kuran birinin isteği olarak alın lütfen. Elliott Smith'in en sevilen parçalarından biridir Between The Bars bir de benim sevdiğim Miss Misery var. Bir de Morning After(Say Yes) var, uyanınca mırıldanılan parçalar listemde üst sıralardadır. Soundtrack olarak bir kaç filmde duymuşsunuzdur bu parçaları eminim, (ki Good Will Hunting filmindeki parçaları ile Oscar'a aday olmuştur Smith) Akan bir sahnenin altına konulacak yegane seslerden biriydi Elliot Smith. İnsanı yormayan cinsten...

04 Ekim 2008

Küçük Şuuşu...

Bundan sonra uyumam herhalde...





Şu gördüğünüz güzelliği çok özledim, tatilden döndüğünde bende tatilimi bitirmiş ve İstanbul'a dönmüş olacağım... Sırf onu çok özlediğim için yazıyorum bunları...

Üst kat komşumuzun mini mini kızı Zeynep Hanım'dan bahsetmişizdir sanırım, ben pek bahsetmemişsem de Lady Jade bahsetmiştir diye düşünüyorum. Zeynep Hanım henüz 4 yaşında, doğduğu zaman punktı, bu fotoğraftaki bebekten daha çok saçları vardı ve doğuştan punktı, saçın doğal şekli yani... Zeynep Hanım 1 yaşındayken "darkness imprisoning me, all that i see, absolute horror, i cannot live, i cannot die, trapped in myself, body my holding cell..." sözleri eşliğinde kafa sallamayı öğrenmişti. Sonraları evden uzaklaşmak zorunda olduğum okul günlerimde kendisine o kadar tembihlememe rağmen kendini ATC gibi hoppidi gruplara kaptırmıştır. Sonradan düzeltmeye çok uğraştım ama şu an arada duyduğu "more pain and misery in the history of mankind, sometimes it seems more like the blind leading the blind, it brings upon us more of famine, death and war, you know religion has a lot to answer for..." sözlerine kafasını "ee hadi sallıyım bari Mimi ablam üzülmesin" diyerek eşlik ediyor, bu zamanlarda eski günlerine geri döner gibi oluyor ama akabinde "meenim sarkımı açsana!" diyor ve Mika'dan Love Today'i dinliyoruz, sonra Lollipop ve tüm albümü!... Elephant Gun dileyip salonda dans ettiğimiz zamanlar dışında artık ortak bir müzik zevkine sahip değiliz maalesef. Ama bu Zeynep Hanım'ı sevmeme ve aşkım dediğim iki insandan biri olmasına engel değil.

Zeynep Hanım'a genelde "Şuşuuu" diye sesleniyorum. Bunun hiç bir manası yok. Şuşuu; "küçük hanım cici bici kokoş" kelimelerinin tek bir kelimede toplanmış hali gibi bir kullanım aslında, Fransız aksanı ile söylendiğinde daha bir çekici oluyor. Zeynep Hanım'ın ilk lakabı Cuculus Caronus idi. Bildiğiniz guguk kuşu yani. Ben takmıştım tabi ama filmden etkilendiğim için değil, 2 yaşına kadar en sevdiği oyun olan "Guguuuk Ceeee" oyununda en çok guguk dediğim zaman güldüğü için. Sanırım Cuculuusss diye seslene seslene bir şekilde onu Şuşuu'ya döndürdüm.

Zeynep Hanım psikopat olan ablamın üzerinde yaptığı testlere bakılırsa yaşına göre zekası çok ilerde olan çocuklardanmış. Ben buna katılmayarak sadece afacan bir çocuk olduğunu düşünüyor(d)um. -dum diyorum çünkü söyledikleriyle ağzımı bir karış açık bıraktığı an ondaki afacanlığın sadece yaramazlık ve haşarılık olmadığına inandım.

Bir yaz akşamı bizdeki mesaisini doldurduğu günlerden birindeydik (Zeynep Hanım'ın mesaisi yaz saati ile sabah 10 gece 11 şeklindedir) babam annemin istediği bir şeyi almayı unutup geldiği için annem biraz sitem etmişti kendisine şakayla karışık, Zeynep Hanım annemin kendi kendine konuşup babama kızmasını izliyordu gülerek, annem bunu fark edip ona döndü ve "Zeynep senin bu Sebattin (Zeynep Hanım'ın dili bu kadar dönüyor babamın adına) amcanı çöpe atacağım" dedi. Ablamla kıkırdadık biz "ehehehe" diyerekten ama Zeynep Hanım ciddiyetle balkonda duran çöp kovasına baktı ve anneme dönüp "ama Sebattin amcam çöpe sıymaz kii" dedi. Sonra başka bir gün koltuklarda zıpladığı için azar işitip ceza almıştı, 15dk. boyunca uslu uslu oturacaktı, oturduğu yerden laf yetiştiriyordu cezayı veren ablama "meen daa küçüüm büyüüünce mi zıplıcam alla allaa!" , kendi evlerinde de zıplama eylemlerini sürdürdüğü için annem bir gün "bak akşamları zıplama koltuklara çıkıp yoksa annene şikayet ederim seni, kafamın üzerinde tepiniyor senin kızın rahatsız oluyorum derim" dedi, cevap aynen şu "sankim ayakkarım kafana deyiyo da" artık bilemiyorum annemin onu kızdırmak için söylediğini anlıyor da ona göre mi cevap veriyor yoksa kendiliğinden mi çıkıyor bu fikirler.

Lady Jade'in makyaj malzemelerine hayran olan Zeynep Hanım, istediği ruju kullanmasına izin verilmediği zaman bizi tehdit ediyor "meende bi daa size delmem istee hıııh" o hııh sesini gerçekten kullanıyor, saçını savurup dönüp gidiyor kapının koluna doğru uzanıyor. Evde 4 tane abla olunca birinden biri "ne oldu Zeynebişkom ne istiyorsun neye kızdın" diye gidip bir şekilde isteğini yerine getiriyor nasıl olsa. Bunu bildiği için en çok başvurduğu replik oldu bu sizi terk ederim bir daha da gelmem cümlesi, yeni taktiği bu. Eve gelen diğer komşu çocuklarına "bu meeve abamın odası, bu Sebattin amcamın pufu, bu miniş abamın bigisayarı, bu metem abamın yataa, bu mine abamın titabı, munları alma buraya delme tamam mı" diyerek evi bile gezdiriyor. İşin ilgiç yanı dokunmaması gereken şeyleri gerçekten biliyor ve diğer çocukları da uyarıyor.

Geçen gün 8 yaşındaki ağabeyi Burak spor haberlerini izlerken yine koltuklara çıkıp zıplamış, ses yapıp abisini rahatsız etmiş, annem dışında evde kimse olmadığı için Burak; "ya zeynep yaramazlık yapıyor beni rahatsız ediyor birşey der misin" diye anneme seslenmiş. Zeynep Hanım'da "murası menim evim tamam mı istediimi yaparım" diye dikilmiş çocuğun karşısına. Sen beni nasıl şikayet edersin diye de kızmış çocuğa. Pazar kahvaltısı yaptığımız bir gün bana bile "ya neede kadı menim çayıım" diye kızdı. Şok oldum "peki getiriyorum hemen" dedim, ablam dalga geçti.

Zeynep Hanım'ın Kasım aynın başlarında bir kız kardeşi olacak. Kendisini kardeş konusunda kandırmaya çalışıyorlar ama hiçbir zaman kanmıyor. Annem "ooo senin kardeşin çoktan doğdu ki ben içerdeki sandığıma sakladım onu benim kızım oldu orda bakıyorum ona" diyerek kızdırmaya çalıştığı zaman şu cevapları aldı sırasıyla "o zaman annemin kaynındaki sislik ne" "hem senin bisürü tızın var taydeşimi niye aydın ki" "bebeyk daha o men büyüüm bi kere". En son neden öyle söyledi ben de çözemedim o an. Kardeşi doğduğu zaman papucunun dama atılacağını söyleyip kızdırmaya çalıştıklarında "men meeve abamla istanbula dittcem orda talcam ki taydeşim dounca" şeklinde cevap veriyor. Bana taşınacak yani, kesin bavulu falan da hazırdır zaten. Ne derseniz deyin verecek hep cevabı olan bir çocuk, hiç bir şekilde altta kalmıyor.

Son olarak geçen gün oyuncak bebeğimiz Ayşegül'e sarılmış olarak bulmuş annem kendisini. Ayşekül 70cm boylarında bir bebek, kendine arkadaş yapıyor genelde onu. Annem hiç kıpırdamadan öylece durmasına bir anlam verememiş ve "Zeynepciğim ne yapıyorsun?" diye sormuş tatlı tatlı, aldığı cevap aynen şu "tarabiberim oydum men" önce anlamamış annem tabi ne olduğunu, ilk anlattıklarında bende anlamadım zaten sonradan kavrayabildim. Tanıştırayım bunlar bizim tuzluklarımız.

Ayşegül serisini hatırlayanlarınız vardır, işte o seriyi çok sevdiğimiz için Ayşegül koymuştuk bebeğimizin adını, şimdi de yeni nesil bir Zeynep Hanım'ımız var tıpkı çok eskilerde kalan Gül Hanım'ın Annesi gibi...

Kırlangıç Sorunu

İki yıldır ormanın ortasına inşa edilmiş güzel bir sitede yaşıyorum. Neden ormanın ortasına inşa edilmiş güzel bir sitede yaşıyor...