25 Eylül 2010

Notlar.

Okula gidiyorum, ama sanmıyorum ki bitireceğim üniversiteyi. Fakültenin kapısına varmadan önce içim sıkılmaya başlıyor, istiyorum ki bir şey göreyim bir şey olsun ve ben girmeyeyim o kapıdan içeri. Olmuyor.

Kardeşim 2. üniversiteyi okumak için dershaneye yazıldı, en küçük kardeşim lise son sınıfta ve bu sene sıkı bir programla başladı çalışmaya, ablam 2 yıl gibi kısa bir sürede deli gibi çalışıp işinde sözü edilir başarılara sahip oldu, yakında dünyanın öbür ucuna gitmeyi planlıyor.

Arkadaşlarım sırayla evlenmeye başladı. Bu kış bir sürü bebek hediyesi alacağım hatta.

Sonra sabah annem geldi yatağıma oturdu, bir sürü şey söyledi. En güzeli artık 16 yaşında değilsin belki ama o dönemdeki Mimi şimdiki Mimi'den daha.....

....başarılı, meşgul, eğlenceli, canlı, umutlu, mutlu...

Anneler her zaman abartıyor, herşeyi hem de. Anneme hak veriyorum da açıkcası ben şimdi daha bir benim. Sanırım ben annemin hoşuna giden biri değilim, ne dersiniz?

*

Çarşamba günü. Metrodayım. 3 Alman genç sırt çantalarıyla, haritalarıyla falan paldır küldür girdiler içeri, oturacak yer yoktu tabi. Hiç düşünmeden çöktüler yere, bağdaş kurdular falan başladılar muhabbet edip gülmeye. Çok şekerdiler bence. Onlar kahkaha attıkça benim de gülesim geldi ne dediklerini anlamasam da.

Ama nedense diğer yolcular rahatsız oldu çocukların rahatlıklarından. Kadının biri cıks cıks cıks dedi, adamın biri amma gürültücüler falan deyip yanındaki adamla dedikodu yapmaya yeltendi, üni. öğrencisi oldukları belli olan kızlar, erkekler cool bakışlar atıp yerde oturan gençlerden daha olgun, üstün, zeki vs. oldukları mesajını verdiler etraflarına...

Bütün zevkimin içine ettiler 2. dakikada. Tanımadığım hatta dillerini bile anlamadığım 3 genç adamın kahkahalarıyla mutlu olabilecek kadar pozitif ve insan gibi bir insanken bütün enerjimi bitirip tükettiler o tavırlarıyla.

Çok sinirlendim. Neden hiç kimse gerçekten ama gerçekten rahat olamıyordu. Herkes lafta özgürlükçü, yenilikçi, iyi, sevecen, rahat... Herkes nasıl da yalancı. Nasıl da ikiyüzlüler.

Kalkıp çocukların yanına çömdüm okuyucu. Pat diye kalktım yerimden çıkardım kulaklıklarımı, attım çantamı yere, hoop diye bağdaş kurdum yanlarına. Zerre Almanca bilmem, İngilizce veya az buçuk Fransızca biliyorlar mıdır acaba diye düşünmedim bile direkt "selam" dedim Türkçe. Anlamadılar tabi. Merhaba deyince çaktılar.

Herkes gibi onlarda İngilizce biliyordu tabi ki. Utana sıkıla neden onlar farkında olmasa da vagondaki bazı insanların onlara bu derece gıcık bakışlar attıklarını anlatmaya başladım ve neden benim buna deli olduğumu, neden pat diye yanlarına oturduğumu, neden bizim "biz" onların "diğerleri" olduğunu, neden herkesin bana şapşal şapşal baktığını ve neden biz yerde otururken onların plastik koltukların kralları olduğunu anlattım... Osmanbey benim durağım ama inmedim Taksim'e kadar. 10dk. boyunca metro vagonunda, kapı önündeki boşlukta oturup dünyayı kurtardık o 3 gençle birlikte. Hiç kimse farkına varmadı bu büyük olayın ne derece önemli olduğunun.

Ne isimlerini sordum ne ismimi söyledim. İnsanın birilerini anlaması ve sevmesi için adını, dili, dinini, milletini bilmesi gerekmiyordu çünkü. Ben bunun farkındaydım ve onlarda bunun farkındalar mı diye merak etmiştim sadece, şansımı denemiştim korkusuzca. O 3 genç adam da bunun farkındaydılar ve çok şaşkın olmaları bir yana onlar da insan olmaktan mutluydular.

Taksim'e gelince indik hep birlikte, el sıkıştık küçük kucaklaşmalar yaşadık ve onlar meydan çıkışına giderken ben trene gider levhaarını takibe başladım... Kulaklıklarımı takıp "şimdi bu an'a uygun bir parça bulmalısın Mimiciğim" dedim kendim, ama düşünmek için vakit yoktu, o his uçup gitmeden bir şeyler çalmaya başlamalıydı, "haydi rastgele" dedim sevgilim ipoda, Gripin başladı Dalgalandımda Duruldum... Tamam dedim hadi bakalım, okula dayanabilecektim bugünde...

*

Transını tamamlamış bir Transseksüele "dönme" diyen çok eski bir arkadaşımı hayatımdan çıkardım sonsuza kadar. O neden artık onunla görüşmek istemediğimi anlayamamış durumda ki hala bana "savunduğun insanlara bak Mimi ehahehahae" şeklinde iğrenç cümleler kurarak mesaj atıyor facebooktan falan.

Gerçek şu ki benim çok tanıdığım vardır ama pek öyle arkadaşım dediğim, başka birine arkdaşım diye tanıttığım insan yoktur, azdır. Arkadaş addettiğim her insanla benim için değeri olan belli şeyler paylaşmışımdır ve o insanı aslında biraz da "ben" olduğu için arkadaşım kabul etmişimdir.

Bazen bu konuyu fazla abartmış olduğumun farkına varıyorum. Ah vah edip pek üzülmüyorum ama yine de kızıyorum kendime. İnsanları kolay kolay arkadaş kabul etmeyen biriyken, onları silip atmak, unutmak, hiç tanımamış saymak nasıl bu kadar kolay geliyor anlayamıyorum. Ben kin tutan biri miyim acaba? Ne derece bir öfke hissediyorum ki yaşanmamış sayabiliyorum arkadaş demeyi seçtiğim insanla yaşadıklarımı. Bu da bir ikiyüzlülk değil mi aslında?

Peki neden insanlar değişirken gelişmek yerine sadece yaşamışlıklarıyla idare etmeyi seçiyorlar? Herkes işine geldiği sürece özgürlükçü. Ben bunu bir türlü öğrenemiyorum işte.

*

Fotoğraf, sanat gözünün yanında insanlığını da pek bir sevdiğim Peter Klesken'ın. Fotoğraftaki Richard hafif down sendromu formuyla doğmuş ve günlük konuşma terapisini yapıyor aynanın karşısında. Uzun zamandır gördüğüm en güzel kare.



Kırlangıç Sorunu

İki yıldır ormanın ortasına inşa edilmiş güzel bir sitede yaşıyorum. Neden ormanın ortasına inşa edilmiş güzel bir sitede yaşıyor...