30 Ağustos 2008

Bağımsız Satır Başları vol.3

Satır başı çok garip bir kullanım aslında. Farklı bir kelime bulunmalı bence. TDK çalışsın diyorum. "Satır" ve "Baş" kelimeleri farklı çağrışımlar yapıyor. İlgililer konuyla ilgilensinler lütfen.

"Ülkeden kaçasım var, yardım ve yataklık yapacak insan(lar) arıyorum."

Alpay Erdem bu hafta ne demiş: Ya duvara astığımız posterin pot yapması. Sorarım; hüzün yok mu o potta. (ama gitmiş nokta koymuş sorunun sonuna, zaten o adamın soru işareti kullandığını pek görmüyorum, yani ne diyor "ben zaten sana sormuyorum ki arkadaşım, o öyledir bu böyledir ben biliyorum, kafanda yer etsin de unutma diye soru görünümü veriyorum" yaa)

Çocukluğumun peynirli krakeri "Çizi" yi bile bozdular ya daha ne diyeyim, "Balık ve Pizza Krakerlere" bişi olmasın lütfen. (neymiş: eti ülkeri döver)

Bir kaşık rakıda "Nothobranchius Rachovi" olsan cürmün kadar yer yakarsın. (neymiş: saçmalamak süper kolay bir şeymiş, kapak olsun birilerine.)

Misafir ol gel bana tarotlar açayım sana. (ahanda bir daha!)

Evdeki eşyalar canlı olsa mesela, desem ki çaydanlığa "bi çay demle bakiim aslanım" o da "ne demek abla emrin olur" dese, kendi işini "benim için" kendi yapsa bana ihtiyacı olmasa. Zaten Saylonlar gerçekmiş ki...

Duvara astığım "Vertigo" afişimdeki potta cidden hüzün var be hocam, hey gidi!

Dün Party Monster izledim, gül gül ağladım, erkek olsam drag queen olurdum çok fetiş lan harbi. Bir de Flawless vardır bak, o daha bir güzeldir.

Bak daha neler neler vardı aklımda, Efe geldi, sayfa 1 saat açık kaldı tabi uçtu gitti herşey, dövme yaptırmış pis çocuk, 2 tane kırlangıç, kasıklarda... Manyaklık ama yerim. Bende mi yaptırsam, evet, olabilir mi ki?

Bu kadar okuyucu, bir sürü taslak var bitirilmeyi bekleyen, görüşeceğiz yani, öptüm hadi.


Sonradan ekleme: Second adlı nacizane grubumuzun hoş bir parçası ile sizlere veda ediyorum şimdilik, sağlık ve sıhhat dilerim,arıza kalın.

Second - Ardından

24 Ağustos 2008

İş Kadının Yandan Yemişi

Sabah toplantı vardı, seminer vs falan. 9'da hazırdım 10:30'a kadar facebookta oyun oynadım, Ponur Pan'a rastladım vs oyalandım işte.. Toplantı yapılacak mekana gitmek için 10:30'da yola çıkmamız lazımdı ama 10:50'de çıkabildik bitmeyen hazırlıklar nedeniyle. Ben de ayrı bir giyinip kuşanmak zorunda kaldım elbiseydi, topukluydu uygun çantaydı saç baş makyajdı vs... Zaten önce herkes "vay Mimi hanımcığım demek elbiseniz de varmış sizin" diye beğenisini belirtti. (hoşuam gitti artık hep topuklu giycem cici bici böyle -YALAN-)

Neyse işte saat 11'den 18'e kadar Sabancı Kültür Merkezi'nde geçiridik günümüzü. İçtiğimiz latte mocha cappuccino ve filtre kahvenin haddi hesabı yok. Çeşit çeşit çaylar, meyve suları, sular da cabası. Peki ya kurabiyeler, kekler, turtlar, pizzalar makarnalar ve dondurmalara ne demeli. Çeşit çeşit soslar falan fişmekan...

Birde Ramazan ayına denk gelen, İstanbul'daki "büyük haftasonu toplantısı" için yemek listesi yapıldı. Gelen konuklar Avrupalı ve Avustralyalı, geçen sene ki Amerikalılarla 4 iftar sofrasında iş bağlamışlar, aynı taktiğe devam yani.

O değilde; bu kadar elit bir kalabalığın, bunca asortik ve kaliteli yiyecek içeceğin sonrasında kalkıp günü çorbacıda sonlandırdığını söylesem bana inanır mısınız? Ben ezo gelin içtim pul biberi boca edip, sonra da biraz işkembe tattım.... Bir de ince belli de çay.

Damarlarımızda akan kan olayı işte. Özünden kaçamazsın. En iyisi!

23 Ağustos 2008

Bir Etkileşim Klasiği (Igby Goes Down just like Holden Caulfield)

3 gün önce sevgili Cucu "Igby Goes Down" diye bir filmden bahsetti ve izlememi tavsiye etti. Hemen bulup izledim tabi. Hoşuma gitti mi peki? Evet... J.D Salinger'ın Catcher In The Rye kitabının hayranı olan herkesin de hoşuna gideceğine eminim. Igby biraz Holden Caulfield biraz da Seymour Glass etkisiyle ortaya çıkmış bir kişilik. Daha çok Holden etkisi hissediliyor tabi. Hatta boynundan hiç çıkarmadığı sarı kırmızı cache-col (atkı) Holden'ın siperli başlığına bir gönderme yapar gibi filmin hemen hemen her karesinde mevcut. Filmin yönetmeni Burr Steers. Daha çok televizyon işi yapmış bir oyuncu/yazar/yönetmen aslında. Igby Goes Down yazıp yönettiği ilk filmi.

Filmi The Catcher In The Rye'i defalarca okumuş biri olarak izlemek çok eğlenceliydi açıkcası. Bir de Kieran Culkin'i en son The Mighty'de görmüştüm ve hayran kalmıştım, takip etmediğime pişman olmuş sayılırım aslında, gerçekten çok çok iyi bir performansa sahip. Igby rolünde kendini helak ettiği bölümler var ki takdire şayan.


İşin Holden Caulfield etkileşimi daha çok etkiledi beni tabi. Filmden sonra kitaba tekrar göz gezdirdim en sevdiğim bölümlere bir baktım falan. SonraYükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş ile devam edip son olarak Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün'ü okuyarak sonlandırdım çağrışımlarımı.

Igby Goes Down güzel bir film olmuş. Netten okuduklarıma bakılırsa herkes "etkileyici ve vurucu" bir film olmuş fikrinde birleşmiş. Bence eğlenceli, komik ve tam bir NY hikayesi... NAsıl anlatsam ki? Salinger okuyun efenim. Nine Short Stories'i okuyun. Amerikan "kavrayışını ve anlamlaştırma arayışını" daha iyi anlarsınız.

20 Ağustos 2008

Bağımsız Satır Başları vol.2

(Belirli bir konu üzerinde yazamamayı "havalara" bağlamış Turşucuuuum, olabilir tabi, ama sanmıyorum ki benim paragraflarımın kopukluğu o yüzden olsun. Sıkılgan biriyim ben malum, yaş ilerledi azizim, oturup eskisi gibi kurgulu yazılar yazamıyorum artık. Aklıma esiyor bloga bişiler yazayım diyorum öyle ortaya çıkıyor yazılar. Alışanlar olmuştur diye düşünüyorum "bağımsız satır başlarıma" zaten karşımda biri olmadan ancak bu kadar muhabbet edebiliyorum ne yapalım. Zihin hastalığı da olabilir belki bu durum, zihninizi çok zorlarsanız iflas edebiliyordur belki. Depresyon falan diyorlar ona ama benim gibi ukala biri için uzak bir olay o, o yüzden direkt zihin hastalığı dedim. Ya da daha iyisi zihin tatili...)



Selamlar okuyucu, çok sıcak yine. Günlerdir su içerek yaşıyor sayılırım, atıştırmalık şeyler dışında başka birşey yiyemiyorum. Hava yemek yemeye uygun değil bence. 2 kilo vermişim, üstüne üstlük 3cm incelmişim pilates sayesinde. Evet pilates yapıyorum, bu işi kavrayıp 2 beden küçülmüş olan ablacığımdan bir kaç hareket kaptım, sabah akşam fazla zorlanmadan takılıyorum kendi halimde. Spor işinde kendimi zora sokmayınca bir güzel incelmeye başladım. Öyle spor salonuymuş, yok dakika tutmakmış, yok hocanın zorlamasıymış vs. benlik şeyler değil. Kimse bana ne yapmam gerektiğini söylemesin, anlatsın tabi eyvallah, ister 10 ister 20 kere yaparım orası onu ilgilendirmez. Zora sokamam kendimi, rahatıma düşkünümdür. Barbie bebek gibi olmaya meraklı değilim.Deli gibi spor yapamam öyle. Açıkcası az-çok farketmez, kilolu insanları zora sokmaya gelmez bence, yani bırakın kendileri birşeylere çabalayıp 1-2 kilo versinler, zaten devamını getirirler, spor hocalarının "zorlama, aşağılama" mantıklarını anlamıyorum yani. Adamı ağlatana kadar çalıştırdın, ee iyi tamam kaslar gelişti de o an gevşeyen sinirleri, yara bere içinde kalan ruhu ne yapacaksın, pardon?. "aynadaki yeni halini görünce herşeye değdi be diyecektir" demişti spor hocası bir arkadaş. "nah der amk!" demiştim bende. Hala da savunuyorum bu fikrimi "nah der abicim nah der!!"

Badly Drawn Boy dinliyorum şu an, aralara The Dandy Warhols serpiştirdim, hoş oldu sanki. Müzik işinde baya gerilerde kaldım gibi. The Verve albümünü dinledim en son, bir de Turşucuum Wolfmother yolladı "dinle bak yeni albümdenmiş" diyerekten. Başka birşeyden haberim yok desem yalan olmaz. Nostalji kıyılarındayım bu aralar, Still Got The Blues, Crow Jane, You Were Always On My Mind" falan dolanıyorum, elimde iykpod... O yine iyi be okuyucu, geçen gecelerden birinde yine Turşucuum'la oturuyoruz pc başında, bana Asfalt Dünya dinlememi söylüyor(güzel iş çıkarmış hoş elemanlar, çok sevdim) arada film falan laklaklarken başlıyoruz TSM dinlemeye, sanırım annemin Behiye Aksoy dosyasında bulduğum "at kadehi elindeeen, bin parçaya bölünsüüün, dökülsün meyler yereee, hatıralar gömülsüün" parçasını bulup listeye atmamla başlamıştı herşey. Nostaljinin gözünü çıkarmıştım o gece,sabaha kadar. "rakı-balık sofrasında muhabbet" potansiyeli yüksek biri olduğumu biliyordum da "hancı!! şarap doldur, müziği de aç, bu gece uzuun" arabeski yapabilitem olduğundan haberim yoktu. Öğrenmiş oldum, hoşuma gitti ehehe:)

Bir de bilir misiniz Gönül Yazar'ın seslendirdiği "Sen Bensiz Ben Sensiz" diye bir parça vardır, ne zaman dinlesem çocukken öğlen kuşağında izlediğim Yeşilçam filmleri geliyor aklıma, demek ki çok duymuşum o filmlerde bu şarkıyı. Ayrıca Gönül Yazar hanımefendi hem çok güzel bir sese sahipmiş hem de hakkaten taşmış abicim taşmış! Hayran kaldım kendisine.

Ablam dedim hani, pilatesle kilo veren hatun.Benden 1 yaş büyük sadece. Mesleğiyle "psikopat oldum hacıı" şeklinde dalga geçmeye alıştığı için, "mesleğiniz nedir?" diyen yeni tanıştığı insanlara, bazen duraksayıp cevap veriyor. Biliyorum ki aklından geçen "psikopatım" cevabını "psikoloğum" a çevirmekle uğraşıyor. Çok ciddi biridir başkalarının yanında, ama aslında vıcık vıcık bir yaratıktır. En iğrenç esprileri o yapar hep. Mesela geçen gün ne oldu... Olimpiyatlarda toprak zemini bir sonraki koşuya hazırlamak için düzeltirler hani, sarı bir araç girer gezinir etrafta falan. Annem bu konularla pek alakadar olmadığı için o aracı ilk gördüğünde "o ne arabası orda?" demişti. Ben açıklama yaparken ablam "dolmuş çekiyorlar orda" diye araya atlamıştı iğrenç bir şekilde. İnsan ister istemez gülüyor o an. Kahkaha atıyor hatta :D Yakın zamanda olduğu için aklımda bu kalmış, ama daha beter şeyler yapmışlığı (yapmışlığımız) da vardır. Kardeşlerimizi çok fena kandırırız mesela, 2 ay sürdürdüğümüz keklemelerimiz vardır. Birde birbirimizi haberdar ederiz, mesela ben kardeşlerden birini kandırırsam ablama haber veririm "böyle böyle kekledim haberin olsun çaktırma" diye, o da aynı şekilde. Şimdi aklıma geldi içimde kalmasın anlatayım, şimdi bizim ütü masasının yanında böyle camdan ibrik gibi bişi var, annem ütü için su bulunduruyor içinde çaydanlıktan kalan vs. işte en küçük kardeşim "bu ne suyu" diye sordu bundan 1 ay önce, bende hiç düşünmeden "hmm o mu? o okunmuş su, annem gece biz uyurken kazadan beladan korulanlım diye teker teker okuyup üfleyip yüzümüze serpiyor onu" dedim. Bu veletciğim hiç itirazsız, annemin bu "kaza bela gelmesin maazallah" konularına takık olduğunu bildiği için "yapar mı yapar" diye düşünüp inandı bana. Gidip birilerine sorar eder falan kesin deyip (ki genelde ablama sorar)ona sezdirmeden ablamı haberdar ettim böyle böyle diye.. Ve bu veletciğim ben gerçeği söyleyene kadar o ibriğimsi camdaki suyu okunmuş su sandı. velhasılıkelam ablamla iyi anlaşır, feci adam otlatırız. En iğrencimiz o dur ama. Başka bir ara Lady Jade'i nasıl kandırdığımızı anlatırım size. Hala kahkahalar atmamıza neden olan bir olaydır asjkalkakjdaha...

Kıskandığım çok insan var gerçekten. Hani kimsenin görünüşünü, sahip olduğu statü ve etiketini, şöhretini ya da yakışıklı sevgilisini, sağlıklı bebeğini, güzel ailesini kıskandığım yok. Benim kıskançlıklarım daha çok başkalarının yaşadığı eğlenceli extreme anılar oluyor. Çok "ah bende orda olsaydım ne güzel olurdu" dediğim olmuştur.İşte yine öyle bir kıskançlığım, hayran kalışlığım, gönülkoyuşluğum oldu ama bu en fazla içimde yer etti. Yani koydum kafaya bir yolunu bulup yapacağım, kaçarı yok.

Geçen gün kuzenim bizdeydi tatil için gelmişti Bodrum'a gitmeden bize uğradı falan fişmekan. Akşama kadar takıldık muhabbet, okul, iş, fotoğraf vs vs. Bana fotoğraf makinelerimi kendisi seçip,alıp, ayarlayı göndermiştir hep ki 2 tane de analog makine göndereceğini söyledi lafarasında. (ovv yeees!) Neyse işte... Elektronik olayını çözmüş bizim Ati, çift diplomasıyla buralarda bulduğu işleri beğenmeyerek Avrupa'da ikamet etmeye devam eden bir genç beyin. Yaptığı işten zerre kadar anlamıyorum ve açıkcası ilgimi de hiç çekmiyor. Oturup saatlerce muhabbet edebilecek kadar iyi-kötü ortak çoook noktamız var kendisiyle ama onun mesleği bu noktaların dışında kalıyor hep. Bu sefer geldiğinde babam; "bizim burda da sizin o türbinlerden yapılmaz mı?" dediği zaman, hiç oralı olmamıştım. Sonradan "olur amca aslında, ama iyi ölçmek lazım" vs vs diye rüzgar hızından bilmem ne yüksekliğinde falan bahsedince kulak kesildim. Bizim kuzen hani E.T. filminde gördüğümüz o rüzgar türbinlerinden yapıyormuş. Ciddi ciddi amelelikle başlamış, okurken inşaatlarında falan çalışmış yani vs. İlgimi çektiği fark edip elimdeki soyulmuş taze fındığı kapıp midesine indirirken başladı konuşmaya.

- Bi gün ne oldu biliyor musun. İşte, bakım için türbinlerden birine çıkmak lazım geldi, kimse istemiyor tabi, içinden çıkmak neyse de dışardan bağlı olsan da korkuyor insan. Ben dedim çıkarım ne olacak, başladım tırmanmaya, yanlardan bağlıyım ama arkam boş, ben çıktım baktım ne durumda vs. sonra yoruldum tabi bi de 70 metrelik boyu var nerden baksan esen rüzgarla yarım metre sallanıyor sağa sola, bi de hava yükseldikçe ferahlaşıyor insanın uykusu geliyor zaten ninni gibi rüzgar bi de sallanıyorsun beşik gibi.....

Babam bu arada girip metre, rüzgar, esneme payı, yok rüzgar hızı vs vs ile ilgili bişeyler sorduğu için muhabbet dağıldı bir an da. Yorulduğunda nasıl dinleniyorsun arkan boştaysa, içindeki kabloların bakırı, boyutu, bilmem nesi karıştı da karıştı. Maaliyetmiş, yok gölge etkisi, yok uğultusu, insandan uzağa yapılması gerektiği vs vs... Böyle devam ettikçe konu beni benden aldı işin ilginçliği, babam sorularını bitirip maaliyet hesaplamasına girince, kuzen devam etti.

-İşte artık her zaman ben çıkıyordum tepeye kadar. Alıyorum yanıma kahvaltımı kahvemi yukarda yiyorum içiyorum o manzaraya karşı, birde uyuyorum yarım saat, montlara sarıp sarmalanıp, çok esiyor çünkü... Ama dehşet birşey yaşamadan anlaşılmaz. Bak bir kerede hava şartları baya kötü gidiyor 1 haftadır yağmur falan kimse çıkmıyo yukarı o sırada, biz yine çalışıyoruz tabi içerdeyiz bu sefer gövdede. Yanımda İsveçli(Alman demiş de olabilir tam hatırlamıyorum) bir arkadaş var, biz çalışıyoruz işte kabloların arasında, dışardan gürültüler geliyor. Bir ara içerdeki elektrik kesildi ışıksız kaldık falan bilgisayarların ışığı var sadece, seslerde güçleniyor uğultu böyle, sonra titremeye başladı gövde, tutunacak yer arıyoruz falan. 2-3dk. sonra normale döndü herşey bizde işimize devam ettik, ne olduğunu anlamadık. Meğer biz içerdeyken yanıbaşımıza yıldırım düşmüş. Tepede bir yer zaten normal yani. Meğer onun uğultusu, titremesiymiş. O arkadaş korktu bir daha yağmur yağarken girmedi içine :D

Ben tabi "vaay be, hadi canım, yok yahu, hadi yaa" diye ağzım açık dinliyorum ayran budalası gibi. Yani hiç konuşmuyorum etmiyorum ki ben susmadan duramam. Yani okuyucum, anlayacağım Aticiğimi çok kıskandım. Ya gel de kıskanma abi. Cidden çok kıskanıyorum yahu, açık açık söyledim ona da. Bende gidip göreceğim, bende tırmanacağım diyesim geliyor hep. Tabi eğlencesine yoksa ne işim olur türbinmiş, rüzgarmış... Kimsede eğlence için beni içine sokmaz o aletin ya da tepesine çıkarmaz biliyorum. Ama olurda yaparlarsa buralarda (çünkü düşünüyorlar anlaşalım yapalım diye) kesinlikle inşaatında falan bulunacağım. Karar verdim. Yapacağım abi, tırmanacağım bende.

ALEA IACTA EST! (ok yaydan çıktı)

Bir zırvalamamı daha burada bitirirken, hepinize sağlık ve sıhhat dilerim efenim, arıza kalın.

16 Ağustos 2008

Mimi Wonka is searching Neverland...





Çok sevdiğim bir şehirde, elimdeki "canım ister çalışırım canım ister donar kalırım" ipod ile bu parçayı dinliyorum, kardırım taşlarını eskitmeye çabalıyorum. Daha eskimeden yerine yenisini döşemeye gelecekler biliyorum. Arada oturup kitap okuyorum, sayfalarını pıııırrr diye döndürüp kitap kokulu hoş serinlikler yaratıyorum. Filtre kahve içip gerçekten tükettiğim zamanın tadınına varıyorum. Kafamda bir sürü düşünce beliriyor bir şeyler yazasım var ama kağıdım yok. Etrafta koşturan, kafalarından oyun uyduran çocuklar, olduklarından daha büyük ve önemli hissetmek için çabalayan gençler...

Hepsini izliyorum. Zevk alıyorum zamanımı böyle tüketmekten.

Bugün doğumgünüm olsaydı mesela. Bugün aydınlık bir gün ve bir başka "herhangi" bir gün. Hayatımın bir gecede değiştiği gün bugün.

Üzülmeden gülümseyerek anlatıyorum artık olup bitenleri, kaybettiğim insanları, hayvanları, ağaçları, denizi, gökyüzünde gördüğüm o rengi ve evimizi, çatı katındaki küçük odamı, penceremin kenarında yaşayan kumruları... Herkes bir şekilde kaybolmayacak izler edindi sanırım. Bilen kişilerin bilimsel açıklamaları bir yana, neden olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Hayatımıza istemeden sahip olduğumuz görünmez izlerle devam ediyoruz. Görünen onca şey bir yana görünmeyenler daha çok şey anlatıyor aslında. Bende çatı katı saplantısı gibi zararsız bir iz kaldı bu olaydan sonra :) Hayatımdaki eskileri hatırlatan diğer tüm şeylerden silkinip sadece, en eğlenceli yaşımın en eğlenceli zamanalarını geçirdiğim odamın bir parçasını içimde sakladım. Basit ve az buçuk hüzünlü bir şey işte. Bugüne taşıdığım küçük bir "eskiden kalma" sadece...

Hep "hayatımız bir an'da değişebilir" derler. Doğrudur. Ama yaşayan azdır. Zamanı gelince herkes ölür diyoruz ama ölümün zamanı yoktur. Annesinin karnından çıktıktan hemen sonra ölen için de, 90 yaşına gelip hala yaşamaktan zevk alan biri için de erkendir ölüm. Zamansız ölen çok tanıdığım oldu, biri en sevdiğimdi, güvendiğim ilk yabancıydı, ilk en iyi arkadaşımdı, hayran olduğum ilk kişiydi.... Çok kavga ederdik, hep o üste çıkardı, her kavgayı o kazanırdı. İlk oyunumu kaybettiğim ama yeni oyunlarda görüşürüz dediğim ilk rakibimdi. Peter Pan ile Tom Sawyer'ı paylaşdığım tek insandı... Daha ne çok ilk var unuttuğum kim bilir?

İlerde küçük kızıma "Bak bu senin Ersin dayın, çocukluğumuzdan beri arkadaşız" diyemeyeceğim maalesef, onun yerine "Bak bu senin Ersin dayın, çocukken en iyi arkadaşımdı, şimdi çok uzağa taşındı, arada rüyamda görüyorum hasret gideriyoruz" diyeceğim. "Biliyor musun ben kocaman bir kadın oldum ama o hala çocuk kaldı benim inadıma, zaten hep Neverland'i benden önce bulacağını söylerdi pis ukala... Sana da Neverland'i anlatayım ister misin?" diye de ekleyeceğim hemen. Sonra başlayacağım anlatmaya, yıllar geçsede yetmeyecek zaman, bitmeyecek hiç anılarım.

Önceden çok üzülüyor insan hatırlayınca, ama daha sonra gülümseyip eskileri yad ediyor kendi kendine. Şimdi, dokuz yıl sonra düşününce, üzülüp ağlamıyorum artık. İçimde hergün daha da büyüyen bir sevgi ile hatırlıyorum anılarımı, gülümsetiyorlar beni... Büyüdükçe acılarımız azalıyor yani. Anılar biraz silikleşiyor belki ama kaybolmuyorlar. Yeni anılar geliyor yanlarına yeni dostlarla paylaşılmış, birleşip seni "sen" yapıyorlar...

Çok duygusal oldu, hüzne sardı gibi yazı ama öyle değil aslında. Kabul edilebilir oluyor herşey zamanla. Ben de artık sorgulamayı bir kenara bıraktım, "neden , niçin, keşke, acaba ne olurdu" gibi sorularla doldurmuyorum zihnimi. Elimde kalan güzel anılarımla pollyannacılık oynuyorum, daha iyi yaşayabilmek için. Çünkü "ben hala burdayım" diyorum, küçük kızıma anlatacağım güzel şeyleri unutmamaya çalışıyorum...

15 Ağustos 2008

...Approaching me quickly!

Gidip bulaşık makinesini doldurmam gerekiyor. Bu akşamın bulaşıkları aslında, küflenene kadar 2 hafta dayanırlar belki. Çekirdek çıtladım televizyon karşısında, Mel Gibson'lı İşaretleri izledim yine, yeniden. Akşama doğru donup kalan iPod bu günün sıkıcı biteceğinin ilk işaretini verdi bana, Mel Gibson ne yapsa boştu yani, ama yine de kıramadım kendisini, küf kokan yorumlar bile yaptım. İyi günümdeyim diyerek bilipte bilmemezlikten gelmek istiyorum, gelir misiniz ki? Üşenmezseniz edebiyat terimini yorum olarak yazarsınız belki.

Kuş uçmaz kervan geçmez bir yere çöreklenesim var. Bir de kırmızı 58 model bir Cadillac olsun yanımda, Eldorado belki... Çalışması gerekmez, konuşmak için istiyorum.

Çok "insan" hissediyorum kendimi bu günlerde. Her duyguyu abartarak yaşamak istiyorum. Kusmuk analizler yerine, analitiksiz kusmuklarla oturuyorum. Analitiksiz diye bir kelime yoktu değil mi? Çözümsüzlük kabul edilemez çünkü. Rüyalar bile analiz edilirken analitiksizlik ne demek ki zaten.

Şu son yazdıklarımla çok eğlendim. Kendi anlattığını anlamayan... Güzel, güzel...

________________________________

İşin aslı, dün çok güzel bir şey söylendi bana.

- Kendi seviyende birileriyle muhabbet etmelisin.
- İyi bir şey mi söyledin yoksa kötü bir şey mi?
- Senin için iyi benim için kötü.
- Ahaha... İyiymiş.
- Sıkılıyorsun değil mi?
- Yok yahu iyi böyle.
.
.
.


Şimdi sen bişi anlamadın belki ama ben kahveme süt eklerken acı acı gülümsüyordum içimden. Ciddiye alınmanın derecelerinden biri ve en kötüsü "çok" ciddiye alınmaktır çünkü. Pek meraklıyız birilerine kendilerini birşey sandırmaya. Çok büyük kötülük değil mi? Düşmanlık böyle bir şeydir işte. Narkissos gibi... O zaman bitmiştir işi.

Çok çekirdek yemekten midem bulanıyor. Gidip kusmayı planlıyorum. İyi geceler insanlar.

07 Ağustos 2008

"aradığınız kişi şu an çağrışımlarla boğuşuyor, lütfen daha sonra tekrar deneyin."

"bazen karşımdaki insanla konuşurken içsel düşüncelerime dair bir soruyla karşılaştığımda "yok sana söylemem" demek yerine, mantıklı şeyler söyleyip gerçek düşüncemi belli etmeden olayın içinden çıkmak isterim.

işte bu pozisyonda emin olamam anlaşılmak istediğimden. beni anlasın mı anlamasın mı, hangisi işime gelir bunun muhasebesine düşerim.

yani konuşmak bazen anlaşılmama işlevini de gerçekleştirmeye yarayabilir."

demişti bir arkadaş, kelimesi kelimesine.

Aynı şeyi yaşayınca, deli deli sırıtmışım bir an. Öyle dediler... Anlatmadım bittabi neden sırıttığımı. Yukarıda yazan şeyi uyguladım yine =)

Kopup gitmeler yaşıyorum böyle anlarda, hiç iyi olmuyor. Yani eskiden sorun olmuyordu. büyüdükçe tanıdığın insanlar ve yaşadıklarının yoğunluğu değişiyor. Böyle olunca çağrışımlar daha farklılaşıyor. Zincirleme çağrışım olayına giriyor insan. Ya da ben giriyorumdur sadece bilemiyorum. Çok can sıkıcı oluyor bazen. Çağrışımlarla kafayı bozmak bünyeme zarar vermeye başladı sanırım. Etrafımdakileri de rahatsız ediyorum, farkındayım.

"Fazla çağrışımdan öldü" diye bir adli tıp raporu istemezdim, sanırım(?) Ne yapmak gerekir ki?


Ayrıca bir de şu var ki: Üsküdar Sahilini farklı seviyorum sanki,garip bir şeklide oradaki balıkçılar daha bir sıcak kanlı, ya da her hafta görüştüğümüz için alıştılar artık bana.



Fotoğraf:Üsküdar Sahili, Bizim Memleket

ÇukurNot: Denizsiz memlekette rakı-balık yapılmaz, aman ha!

06 Ağustos 2008

Çöplüğüm (myspace'in Mimi Wonkacası)





Myspace Türkçe kullanılır olmuş.Uzak kaldım tabi haberim yok! İyi, hoşuma gitti "dünyanın en güzel dili benim dilimdir,Türkçe devam et bakiim lan" butonuna tıkladım. Bu Tom'a hala gıcığım yalnız. Hiç haz etmiyorum kendisinden.

05 Ağustos 2008

Bağımsız Satır Başları

Bu aralar bir durgunluk var benliğimde. Her açıdan verimsiz hissediyorum kendimi. Bunun nedenini "çoğunluğun ilgilendiği şeylerin ilgimi çekmeyişinden dolayı hissettiğim boşluk duygusu" na bağlıyorum. Çok ukalaca oldu ve hoşuma gitti açıkcası. O yüzden en sevdiğim şekilde devam edeceğim. Bağımsız satır başları...

________________________________

Az önce Ergenekon konusuyla ilgili nacizane yazımın son derlemelerini yapıyordum ki telefonum çaldı. Arayan sevgili Pandora "nbr nasılsın" demeden "nerelerdesin lan ağzını burnunu kırarım, bi haber verir insan şurdayım burdayım iyiyim hoşum diye, pis kız seni merak ettik dimi..." şeklinde ver yansın kavrulsun da bulundu. (bu yazdığım şekilde konuşmasa da ben ne demek istediğini anladım sayın okuyucu) İyi oldu, çok iyi oldu çünkü sıkıldığımı ve artık gereksiz eğlence işlerimden biri olan blogger kimliğime bürünme zamanınım geldiğini hatırlattı bana. (gerçi modemde bozuktu o yüzden de takılamadım blogger olarak, o başka bir konu)

Eski yazıları buldum eski ajandalarda, eğlenceli oldu, bir kaç işe yarar cümle de buldum ama genel olarak gereksizdi hepsi. "... çünkü kansız krallığım ben!" diye biten çook eski bir kafiyeli hikaye var. (kafiyeli hikaye dediğim şey sanki şiir yazarmış gibi hikaye yazmak işte efenim komplike bişi değil yani) Uzun zaman önce yazdığınız şeylerden rahatsızlık duyduğunuz olur bazen. Bana çoğu zaman oluyor bu. Çok kasıntı buluyorum yazdığım şeyleri. Mesela 2005 tarihli bir başkası "çığlık gibi özgür olmak istiyorum acı kahvemin içinde boğulurken, gelmesin kimse beni kurtarmaya" diye başlıyor. Sonunu hiç sorma. Bu saçmalıklarımı okuyunca durup "acaba içime birşey mi kaçmıştı o zamanlar" diye düşünüyorum." Lan o değil, yıl bu sefer 2004, oturmuş vasiyetimi yazmışım. Bittabi olmayan mal varlığımı kimseye bırakmamışım. Oturup "bu yukarıda saydığım şeyleri benim yerime yapmasını istediğim kişiler, bu isteğimi yerine getirmezlerse peşlerini bırakmam" gibilerden şeyler zırvalammışım.

Zekama hayran olduğum bazı anlar da olmuyor değil. Egoyum bende sizin gibi malumunuz.

Biz insanlar şöyleyiz böyleyiz, ne garibiz ne ilginçiz konulu bir sürü şey okudum şu zamana kadar. Hiçbiri samimi gelmedi. Samimiyeti genelleme yapmayan insanlarda aramak gerektiğini düşünüyorum çünkü. Ama gerçekten, neden durup hayatımızla ilgili şeylere diğer insanları da katıp, genellemeler yaptığımızı anlamıyorum.

Ayrıca yeri gelmiş gibi hissettim, söyleyeyim de içimde kalmasın. Blog olayını cidden sanal günlük olarak kullanıyorum ve yine de hatrı sayılır derecede okuyucum var, feci hoşuma gidiyor bu. (feci hoşuna gitmek diye bir kullanım doğru olmuyor farkındayım ama "çok" yetersiz kalınca olumlu anlamda başka kullanacak kelime bilmiyorum sanırım 'utanç')

Ayrıca kahvemi krema ile yumuşatıp içiyorum, tek şekerli.

Modest Mouse çok eğlenceli bir grup, aklınızda bulunsun bir ara bakarsınız. The View dinleyin, pek nacizane from Wonka.

Dün gece misafirimiz vardı. Sarışın almanlar. Küçük kuzenimin (ki kendisi benden büyük tabi ki) eşi sevgili Jacqueline'in ebeveynleri bizdeydi. Anne pek bir sessiz ilgisizdi, baba ise etrafında ne olduğunu anlama çabasında anlamadığı dilde konuşan bizleri göz hapsine almıştı ve kollarını kaplayan renkli dövmeleri nedeniyle ilgi odağıydı ki kuzenimin annesi sevgili yengeciğim "ay ben bakamıyorum onlara" diyerek gece boyu beni benden alan cümleyi ben daha dövmeleri incelemeye başlamadan çok önce kurmuştu. Avrupalılar gerçekten pek kültürsüz insanlar. Muhabbet kültürleri yok. Muhabbet edilirken neler yapılır bilmiyorlar. Taze fındık, çay, kek, pasta, dondurma, mısır, vb çeşitli yiyecek içeceğin biz türkler tarafından nasıl bir gecede tüketilebildiğini şaşkınlıktan açık ağızlarını kapama telaşıyla izlediler ve bize katılmadılar efenim. Güzeldi yine de, hoş bir tanışmaydı. Ben doğacak küçük kuzene çok seviniyorum. Anne tarafında noel, paskalya,cadılar bayramı bilmem ne günlerini kutlarken, bizlerin yanında ramazan bayramı, kurban bayramı, bayram namazı (eğer erkek olursa) baklava, kapı kapı şeker toplama (ki bakınız cadılar bayramı bizden arak sayılır) düğün ve milli maç eğlencelerini yaşayacak. Şimdiden çok eğleneceğine eminim. Herşey bir yana, ne olursa olsun benim gibi bir "Mimi ablaaa" ya sahip olacağı için çok çok çok çok şanslı, o bambaşka bir konu.

Bu yaz hiçbir konsere gidemedim malumunuz. Gitsem gözünüze gözünüze sokardım çektiğim fotoğrafları. Her zamanki gibi kış ortalarında yapmaya başladık planlarımızı ama hiçbiri gerçekleşmedi, onu geçin tatile bile çıkamadı bu bünye. Her işte bir hayır vardır derler hani, o yüzdendir ki bulunduğum ortamda takılmaya devam ediyorum, haydi hayırlısı diyerekten...

Fotoğraf makinemin perde ayarına ihtiyacı var ama üşeniyorum götürüp ayar çektirmeye, temizletmeye vesaire vesaire...

Geçen gece katıldığım bir düğünde "bu kızdan korkulur" demiş biri. Annem ve ablam duymuşlar ama "o bizim kızımız neden böyle bir şey dediniz acaba" diye sormayı gereksiz bulmuşlar nedense! Çok merak ediyorum ne demek istemiş acaba.

Dağlara tırmanıp adrenalin pompalayan çok sevgili bir arkadaşım yine çok sevgili bir başka arkadaşımın fotoğrafını görüp " şaka yapıyorsun değil mi? bu kim ya allah aşkına" demişti. Sevgili Josiah ile telefonda konuşurken söylediğim şeyi bugün tekrar karşılaşınca adrenalin bağımlısı arkadaşıma da söyledim. "benim sizlerden çok çok çok farklı olan arkadaşlarım da var buna alışın lütfen" aldığım cevap güzel ve eğlenceliydi. "yanımıza falan getireyim deme de ne yaparsan yap" kahkahalara boğulup, adrenalin dolu bu insana ayılıp bayıldığımı söyledim. Dalga geçtiğimi sanıp bozuldu biraz. Bütün arkadaşlarıma aşığım efendim. Aşkı kelime anlamıyla kullandım, yazıldığı gibi okunup algılansın lütfen. Sonuç olarak birbirleriyle tanıştırmamam gereken arkadaşlarımın olması biraz garip geliyor ama güzel birşey gibi gibi de...

Sevgili Hilmi (ki adının Hilmiyle uzaktan yakından alakası yoktur aslında) ile konuştuk dün gece, havuz falan deyip aklımı çeldi. Havuz olayını geçenlerde de PonurPan ile konuşmuştuk. Birinin havuzuna gizlice dalıp tutuklanmak fikri gelmişti aklıma en son, ciddi bir özlem içerisindeyim yahu. Yüzmek istiyorum. Havuz başı partisi istiyorum. Kafa insanlar olsun etrafımda, eğlenelim güzel güzel. Tekliflere açığım.

Hilmiciğime ev oturmasına davetliyim efendim, çay demleyecek bana. Halamın liseden arkadaşlarının bize gelip çay içtiği zamanları hatırladım bir an. Hala buluşuyor olmaları gerçekten takdir edilesi bir durum bence. Ben liseden doğru düzgün kimseyle görüşmüyorum bile. Neyse ne diyordum Hilmi'ye davetliyim. Yüzsüzlük yapıp kahvaltı da istedim kırmadı beni "krep yaparım bal kaymak koyarım sofraya" dedi. Asıl konumuzun, ince belli, küp şeker, tavşan kanı ve çaydanlık konulu çay fotoğrafları olduğunu unutup kahvaltı olayına daldım ben tabi. Fotoğraflar için fikirler uçuşuyor bakalım, güzel şeyler çıkacak gibi. Heycanlıyım.

"Siz bizim öldüremediğimiz adamları öldürün, biz de sizin öldüremediğiniz adamları öldürelim." Şu Ergenekon yazımdan bir alıntı yapayım da öyle bitireyim dedim. İçim dışım o 9 harf ile dolu çünkü. Çıtlatmadan gidersem içimde kalır.

Bu sefer bitti. Zırvalarım devam edecektir. Saygılar.


Alakasız Fotoğraf: Kanyon AVM, Karınca

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...