27 Aralık 2009

Geçen Gün Bi Film İzledim Vol.3



Durup bir liste çıkarınca ne kadar çok film izlediğimi görüp "Geçen Gün Bi Film İzledim..." başlıklı atıp tutma yazılarımın düşündüğümden daha uzun soluklu olabileceğini fark etmiştim malumunuz.. Ayrıca gerçekten beğendiklerimi yazmak daha mantıklı geldi.Çünkü ben yazarken ve eminim sizlerde okurken sıkılıyorsunuz. Zaten çok uzun zamandır blog sayfamla ilgilenemiyorum. Çok işim falan olduğundan değil sadece içimden gelmiyor, 300 küsür günü geride bırakıp matematiksel hesapların doğrultusunda yeni bir 300 küsüre doğru adım adım yaklaştığımız şu günlerde yapmak istediğim tek şey sevdiğim 3-5 kişiyle oturup muhabbet etmek.

Bahsettiğim bu 3-5 kişinin de benim gibi hiçbir işi olmamasına rağmen nedense hiç vakti yok. Kozmosun insanlarla dalga geçme şekillerinden biri de yapacak iyi bir şeylerin yokken gerçekten istediğin şeyleri yapmaya vaktinin olmaması. 3 gece önce geçirdiğim harika vaktin ardından o gece yanımda olan herkesin birbirinden çok çok alakasız yerlerde yine birbirinden çok ama çok alakasız işlerle uğraşıyor olmaları da kozmosun başka bir "nanik sana Mimi" deme şekli zaten.

Son 3 aydır çok sevdiğim ve aramızda birinci dereceden kan bağı bulunan insanların, hep birlikteyken olmasa da ayrı ayrı zamanlarda belirttikleri düşüncelerine göre, yavaş yavaş hiç bir şey yapmayan, tembel, sorumsuz ve yabani birine dönüşüyor-muşum.

Gerçi psikoloji literatürüne göre asosyalliğin gözünü çıkardığım şu son yılda film izlemenin, yeni albümler edinmenin, tiyatroya, sinemaya gitmenin, bir kaç yerin fotoğrafını çekmenin ve babamın eski pikabını çalıştırmaya uğraşmanın sosyal bir insanın kültürel atraksiyonlarından sayılabileceğinin altını çizmek istiyorum. Bu saydığım şeyleri yalnız başına yapıyor olduğum gerçeğiyse sadece ve sadece insanlarla birlikte olmaktan pek haz etmemle alakalıdır. Yoksa yanlarında olmaya katlanabildiğim ve birlikte vakit geçirmekten zevk aldığım insanlarla iken gayette sosyal bir böcek olabilme kapasitesine sahip biriyim.

Her neyse filmlerden bahsetmeye başlayayım yoksa sıkılıp yine yarım bırakacağım.


Kirschblüten -Hanami (2008): Doris Dörrie sen nasıl bir kadınsın! Yazar, yönetmen, aktrist, ressam... ki bunlar biz fanilerle paylaştığın yönlerinden sadece bazılarıdır eminim.

Bir kadın düşünün şimdi, orta yaşlarını geride bırakmış yavaş yavaş akşama doğru yolunda yürüyenlere katılmak üzere, zaten doktoru haber vermişti 2 gün önce " isterseniz eşinizle bir şeyler yapın seyahate çıkın birlikte bolca vakit geçirin." demişti. Şimdi bu kadının eşinin bavulunu hazırladığını düşün, adamın mendilini ütülerken ağladığını 1 damla göz yaşının mendili ıslattığını ve hızlıca sıcak ütüyü ıslanan yere bastırdığını gör. Sonra 1 saat 46 dakika boyunca izle filmi ve o mendili öyle iç burkucu bir yerde gör, öyle iç burkucu bir yerde gör ki hönküre hönküre ağlamaya başla. (hönkürmek denir ona evet)

İzle, hatta müziklerini bul dinle.


Moon (2009): Benim gibi bilimkurgudan pek de haz etmeyen tipler için yapılmış mükemmel bir film Moon. Sam Rocwell oynuyormuş aman da aman diyerek izlemeye karar verdiğim film District 9'ı izlemeden önce bu senenin en iyi Sci-Fi filmi budur yahu dedirtmişti bana. Filmin en iyi tarafı dünyayı kurtaracak bir kahramanı izlemiyor olmanız. Son zamanlarda yapılan bilimkurgulara göz atacak olursak hep bir iyi-kötü savaşının olduğunu görüyoruz, robotlarla savaşan insanlar veya robotlarla savaşan başka robotlar ve her ikisiyle savaşan insanlar vs vs... Moon'da da Kevin Spacey'nin sesiyle hayat verdiği bir adet robotumuz var. Kendisi favori karakterim. Zaten film boyunca robot Gerty dışında sadece Sam Rocwell (ler) görüyorsunuz, araya kaynayan bir kaç kişiyi göz ardı edersek. Film biterken garip hisler içinde buluyor insan kendini, etik kurallar insani duygularla çakışıyor ve aslında tam da bir sonuca ulaşamıyor insan. Filmin sonundaki konuşmalara da zaten bu karmaşanın sonuçsuz ve hatta tartışmaya kapalı olduğunu gösteriyor.

Film Ekimi'nde kaçırdığım için pişman olduğum David Bowie'nin mini mini yavrucuğu Duncan Jones'un (38) yazıp yönettiği filmin müzikleri Clint Mansell imzası taşıyor diye ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim. İzleyin ama mümkünse District 9'ı izlemeden önce izleyin.


Mary and Max (2009): Adam Elliot'ın yazıp filme aldığı stop motion animasyon arka arkaya 3 kere izlediğim tek film oldu. (özellikle uzun otobüs yolculuklarım sırasında mükemmel yarenlik etti bu film bana) 13 ay çekimleri yapılan film 5 yılda bitirilebilmiş ve gerçek bir mektup arkadaşlığı hikayesine dayanıyormuş.

Manik depresif animasyon 44 yaşındaki amerikalı obez Max ile 8 yaşındaki her açıdan garip ve arkadaşları tarafından dışlanmış avustralyalı Mary arasında mektuplaşma ile başlayan arkadaşlığı anlatıyor. İzlerken bir yandan gülümseyip diğer yandan ağlıyorsunuz. Israrla izlemenizi tavsiye ediyorum, hatta sonra gelip beğendik beğenmedik diye haber edin bana.


Shrink (2009): Sırf Kevin Spacey adı geçiyor diye izlediğim diğer 50 küsür filmin yanında Shrink ayrı bir yere sahip. Daha başlarken iyi bir hikaye izleyecek olduğunuzu hemen anlıyorsunuz zaten. Yavaş yavaş hatta çok yavaş ilerleyen bir kurgusu olmasına rağmen karakterlerle (ki ot satıcısı Jesus'la bile) empati kurabildiğiniz için izlerken hiç sıkılmayacağınızı garanti edebilirim. Ünlülerin deli dokturu Henry Carter'ın (Kevin Spacey) yaşadığı trajedinin ardından hayatını ve yaptığı işi sorgulamasını anlatan, yan karakterlerinin bile olağanüstü performans sergilediği film sonunda "her şeye rağmen yaşamaya mecburuz" dedirtiyor. Filmi kesinlikle ve mümkünse yanınızda sevgiliniz, arkadaşınız falan olmadan tek başınıza izleyin.


Where The Wild Things Are (2009): Spike Jonze gibi bir adamın Maurice Sendak kitabına hayat verdiği filmi o kadar uzun zamandır bekliyordum ki... 13 yaşındayken ingilizce öğretmenimizin okumamız için ödev olarak verdiği kitaplardan biri de Where The Wild Things Are idi, 13 yaşında bir çocuk olarak sadece güzel bir hikaye diye okuduğum ve belki de ödevim olduğu için pek de kendimi veremediğim kitabı şimdi muhteşem bir kaçış olarak görüyorum. Tıpkı Peter Pan gibi büyümek istemeyen herkes mutlaka bu kitabı okusun ve filmi izlesin.

Kitap, Max adında kurt kostümüyle akşama kadar evlerinin etrafında koşturup oynayan ve yaramazlıklar yapan küçük bir çocuğun, annesinin yaptığı yaramazlıklara ceza olarak onu akşam yemeği yemeden yatağına göndermesiyle başlayan ve sadece hayalci bir aklın kavrayabileceği hikayesini anlatıyor işte o yüzden Where The Wild Things Are filmi de kitaba sadık kalınarak yapılmış, aynı şekilde sadece hayalci bir aklın içine girebileceği bir yapım. Sinemaya gidin izleyin, sonra da dvdsini alın, evin bir köşesinde hep bulunsun. Filmle ilgli tek uyarım "sakın ha küçük çocuklara izleteyim demeyin" olacaktır. Çünkü filmin içinde kocaman gövdeleriyle gereçekten küçük bir çocuk için korkutucu sayılacak canavarların Max'i yemekten bahsettiği bölümler var. Filmde belli bir yaş sınırı yok gerçi ama yine de bilginiz olsun.

Filmler izlemek, eğer yaşamak zorunda olduğunuz hayatlarınızdan az çok sıkılmış veya bunalmışsanız, gerçekten bir kaçıştır. Herkesin kaçış planları vardır ve eğer sizinki de benimki gibi kitaplar ve filmlerle başka yaşamlara konuk olmaksa, yukarıda bahsettiğim filmler tam da misafir olunacak türden. İyi seyirler dilerim, beni haberdar edin.

Sevgi, saygı ve öptüm.

10 Aralık 2009


Bazen elinize dvd kutularını alıp izlemek istediğiniz filmi seçmeye çalışırken fark edersiniz ki görmek istediğiniz kişiler, ortak olmak istediğiniz sorunlar, derin derin iç çektiren romans o kutuların hiç birinde değildir. Durup artık sayısını bilmediğiniz ve bir kitap gibi dizdiğiniz kutulara ve yuvarlak plastik dağınıza bakarsınız. Kült filmler, başkaları tarafından 100 yılın en iyi aşk hikayeleri seçilen ve gerçekten sizin de çok sevdiğiniz eserler. Yok, izlemek istediğiniz film orada değil. Bilgisayarınıza koşup acaba gözümden kaçan bir şeyler kalmış mı diye dosyalarınızı altüst edersiniz. Hali hazırda inmekte olan bilim kurgu ve avrupa filmlerine bakarsınız ama ı ıh, izlerken sizi koltuktan fırlayıp amaçsızca yürümek için koridora yöneltecek hikaye orada yoktur.

Son çare animasyonların bulunduğu rafa koşarsınız, gecenin saat 3'ü dür ve perdesiz pencerelerinizden sizi izleyen dağlara bakarsınız bir an, durup "bu saatte herkesin uyuyor olması ne büyük bir hata" diye söylenirsiniz. Kutulardan hayır gelmez asetat kalemi ile süslenmiş dvdlerinize uzanırsınız. En son izlemiş olduğunuz muhteşemlik geçer elinize ilk. En sevdiği renk kahverengi olan bir adet Mary ve çikolatalı sandviçin gerçekliğini doğrulayan Max vardır elinizde. Filmi size öneren arkadaşınızı düşünüp "aferin lan" diye geçrirsiniz içinizden, bu kadar basit bir şey için minnettar olursunuz.

Ama maalesef görmeyi istediğiniz şey bu da değildir. Elinizdekileri bırakır ve annenizin deri kanepesine atarsınız kendinizi bir un çuvalı gibi. Sonra beyninizde, "şu kanepeye kendini bırakıverme şöyle, bir yerin çıkacak bir gün" cümlesi yankılanır. Yapacak bir şey bulamaz ve telefonunuzu aramaya başlarsınız, ev telefonundan kendi numaranızı ararsınız umursamazlığınızın doruk noktasındaki alet dün akşamdan beri kendisiyle ilgilenmediğiniz için size küsmüş, şarjını bitirmiş ve kendini kapatmıştır.

Öylece karanlıkta oturursunuz pc ekranından gelen ışığa aldırmadan. Kalkıp kahve yapmak, yarım kalan kitaplarınızı karıştırmak, telefonunuzu aramak, televizyonu açıp bayat bir program izlemek, ders notlarını temize çekmek ya da gidip uyumaya çalışmak saat 3'ü biraz geçiyorken elinizde kalan seçeneklerinizdir. Ve gidip kahve makinesini çalıştırmayı seçersiniz. Kahve olana kadar buzdolabının üstündeki magnetlerle oynarsınız hala 8 yaşındaymış gibi.

İşi yiyecekleri bozulmadan korumak olan aletin siziznle konuştuğunu düşünün şimdi. Hem de hiç yabancı olmadığınız bir kaç cümleyi tekrarladığını.

Duygularınız var mı? Bu duygularınızı doğru ya da doğru olmayan biçimlerde belirlemenin yolları vardır. Bir iç dünyanız var mı? Kimsenin değil, kendi sorununuzdur. Heyecanlarınız var mı? Boğun onları. Güçlükleriniz varsa sessizce çözümlemeye bakın der 10 Emir'den biri...

Lanet olsun! Ben kendi sorunlarım hakkında konuşmak istiyorum.

15dakika kadar da mutfakta oyalanmış olursunuz ama hala içinizdeki boşluk dolmaz, canınızın istediği şey çok sevdiğiniz kahveniz de değildir çünkü. Bir şeyler istediğinin farkında olan ama istediği şeyin ne olduğunu bulamayan insanlar kadar salak yaratıklar olmaz diye kendi kendinize konuşursunuz, dünyada ki en değerli maddesel varlığınıza doğru uzanırken. Tekerleği şöyle bir çevirirsiniz şans oyunu oynar gibi. Karşınıza çıkan şey kahvenizden kocaman bir yudum alıp yanan ağzınızın keyfini sırıtarak çıkarmanıza neden olur. Albümü açıp aradığın parçayı bulursun, sesi sonuna kadar açar minicik kulaklıklarından çıkan sesin bütün odayı sardığını fark edersin. Gecenin sessizliğinin harika bir şey olduğuna karar verip bu sefer de diğer insanların sen kendi kendine bu kadar eğlen diye uyumayı seçtiklerini düşünürsün.

Bu kadar ukalalık sana bile fazla gelir ama keyfin yerindedir, ne istediğni bulmuş olmanın verdiği sevinçle bilgisayarına koşup aziz gugıla "John Paul and Craig The Beginning, Romance and Sunset Ending" yazarsın... Yüzündeki sırıtış daha da büyürken pek sevgili McDean severlerin senin için oluşturduğu playlistlere ulaşıp 54 adet videoyu sekmelere dizersin tek bir tıkla.

Videolar yüklenene kadar oda aynı şarkıyla dolmaya devam ederken acaba bu garipliklerim biraz daha büyüyünce geçer mi diye düşünüyordum. Sonra 23 yaşında olduğum ve 4 ay sonra 24 olacağım gerçeğiyle yüzleştim. Hala derslerini lisedeki gibi asan bir öğrenciydim, hala birilerine kafa tutmak hayattaki en değerli amacımdı, hala gelecek planlarımda para kazanıp kariyer yapmak yoktu ve hala soundtrack yaşamaya devam ediyordum. Kafamın içindekiler tüketilen zamandan daha öteydiler. Ve bütün bunlar o kadar gereksiz ve değersiz gerçekliklerdi ki...

Şimdi herkes benimle bilikte tekrarlasın, yüksek sesle okuyun ki sesiniz kelimelere hayat versin ve asla unutmayın söylediğiniz şeyi. "Aradığımız dünyalar asla gördüklerimiz olmamıştır; ne de pazarlığını yaptığımız dünyalar, satın aldıklarımız..."

İşte bu kadar basit.

Geçenlerde, karşımda otururken varlığına katlanabildiğim bir kaç arkadaşımdan biri, çok açık bir şeklide "senden adam olmaz" dedi. Önce durup gülümsedim sonra ağzından çıkan her kelime harf harf içime kazınan bir başkasına "bizden adam olmaz" dedim. O da saat tam 3.11 iken "bizden adam olur, asıl bizden adam olur!" dedi ve ben amaçsızca ayağa kalkıp koridorlarda boş boş dolanmamı sağlayacak hikayeyi izlemeye başladığım sırada o da yatağında dönüp uyuyamamaya devam etti.

Not: Fotoğrafı aziz bing'de dolanırken buldum sahibine saygılar.

Bu yazı Mimi Wonka tarafından 16.30 sıralarında odası Feeling Good ile dolup taşarken karalandı.

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...