Bahsettiğim bu 3-5 kişinin de benim gibi hiçbir işi olmamasına rağmen nedense hiç vakti yok. Kozmosun insanlarla dalga geçme şekillerinden biri de yapacak iyi bir şeylerin yokken gerçekten istediğin şeyleri yapmaya vaktinin olmaması. 3 gece önce geçirdiğim harika vaktin ardından o gece yanımda olan herkesin birbirinden çok çok alakasız yerlerde yine birbirinden çok ama çok alakasız işlerle uğraşıyor olmaları da kozmosun başka bir "nanik sana Mimi" deme şekli zaten.
Son 3 aydır çok sevdiğim ve aramızda birinci dereceden kan bağı bulunan insanların, hep birlikteyken olmasa da ayrı ayrı zamanlarda belirttikleri düşüncelerine göre, yavaş yavaş hiç bir şey yapmayan, tembel, sorumsuz ve yabani birine dönüşüyor-muşum.
Mary and Max (2009): Adam Elliot'ın yazıp filme aldığı stop motion animasyon arka arkaya 3 kere izlediğim tek film oldu. (özellikle uzun otobüs yolculuklarım sırasında mükemmel yarenlik etti bu film bana) 13 ay çekimleri yapılan film 5 yılda bitirilebilmiş ve gerçek bir mektup arkadaşlığı hikayesine dayanıyormuş.
Manik depresif animasyon 44 yaşındaki amerikalı obez Max ile 8 yaşındaki her açıdan garip ve arkadaşları tarafından dışlanmış avustralyalı Mary arasında mektuplaşma ile başlayan arkadaşlığı anlatıyor. İzlerken bir yandan gülümseyip diğer yandan ağlıyorsunuz. Israrla izlemenizi tavsiye ediyorum, hatta sonra gelip beğendik beğenmedik diye haber edin bana.
Gerçi psikoloji literatürüne göre asosyalliğin gözünü çıkardığım şu son yılda film izlemenin, yeni albümler edinmenin, tiyatroya, sinemaya gitmenin, bir kaç yerin fotoğrafını çekmenin ve babamın eski pikabını çalıştırmaya uğraşmanın sosyal bir insanın kültürel atraksiyonlarından sayılabileceğinin altını çizmek istiyorum. Bu saydığım şeyleri yalnız başına yapıyor olduğum gerçeğiyse sadece ve sadece insanlarla birlikte olmaktan pek haz etmemle alakalıdır. Yoksa yanlarında olmaya katlanabildiğim ve birlikte vakit geçirmekten zevk aldığım insanlarla iken gayette sosyal bir böcek olabilme kapasitesine sahip biriyim.
Her neyse filmlerden bahsetmeye başlayayım yoksa sıkılıp yine yarım bırakacağım.
Kirschblüten -Hanami (2008): Doris Dörrie sen nasıl bir kadınsın! Yazar, yönetmen, aktrist, ressam... ki bunlar biz fanilerle paylaştığın yönlerinden sadece bazılarıdır eminim.
Bir kadın düşünün şimdi, orta yaşlarını geride bırakmış yavaş yavaş akşama doğru yolunda yürüyenlere katılmak üzere, zaten doktoru haber vermişti 2 gün önce " isterseniz eşinizle bir şeyler yapın seyahate çıkın birlikte bolca vakit geçirin." demişti. Şimdi bu kadının eşinin bavulunu hazırladığını düşün, adamın mendilini ütülerken ağladığını 1 damla göz yaşının mendili ıslattığını ve hızlıca sıcak ütüyü ıslanan yere bastırdığını gör. Sonra 1 saat 46 dakika boyunca izle filmi ve o mendili öyle iç burkucu bir yerde gör, öyle iç burkucu bir yerde gör ki hönküre hönküre ağlamaya başla. (hönkürmek denir ona evet)
İzle, hatta müziklerini bul dinle.
Moon (2009): Benim gibi bilimkurgudan pek de haz etmeyen tipler için yapılmış mükemmel bir film Moon. Sam Rocwell oynuyormuş aman da aman diyerek izlemeye karar verdiğim film District 9'ı izlemeden önce bu senenin en iyi Sci-Fi filmi budur yahu dedirtmişti bana. Filmin en iyi tarafı dünyayı kurtaracak bir kahramanı izlemiyor olmanız. Son zamanlarda yapılan bilimkurgulara göz atacak olursak hep bir iyi-kötü savaşının olduğunu görüyoruz, robotlarla savaşan insanlar veya robotlarla savaşan başka robotlar ve her ikisiyle savaşan insanlar vs vs... Moon'da da Kevin Spacey'nin sesiyle hayat verdiği bir adet robotumuz var. Kendisi favori karakterim. Zaten film boyunca robot Gerty dışında sadece Sam Rocwell (ler) görüyorsunuz, araya kaynayan bir kaç kişiyi göz ardı edersek. Film biterken garip hisler içinde buluyor insan kendini, etik kurallar insani duygularla çakışıyor ve aslında tam da bir sonuca ulaşamıyor insan. Filmin sonundaki konuşmalara da zaten bu karmaşanın sonuçsuz ve hatta tartışmaya kapalı olduğunu gösteriyor.
Film Ekimi'nde kaçırdığım için pişman olduğum David Bowie'nin mini mini yavrucuğu Duncan Jones'un (38) yazıp yönettiği filmin müzikleri Clint Mansell imzası taşıyor diye ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim. İzleyin ama mümkünse District 9'ı izlemeden önce izleyin.
Film Ekimi'nde kaçırdığım için pişman olduğum David Bowie'nin mini mini yavrucuğu Duncan Jones'un (38) yazıp yönettiği filmin müzikleri Clint Mansell imzası taşıyor diye ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim. İzleyin ama mümkünse District 9'ı izlemeden önce izleyin.
Manik depresif animasyon 44 yaşındaki amerikalı obez Max ile 8 yaşındaki her açıdan garip ve arkadaşları tarafından dışlanmış avustralyalı Mary arasında mektuplaşma ile başlayan arkadaşlığı anlatıyor. İzlerken bir yandan gülümseyip diğer yandan ağlıyorsunuz. Israrla izlemenizi tavsiye ediyorum, hatta sonra gelip beğendik beğenmedik diye haber edin bana.
Shrink (2009): Sırf Kevin Spacey adı geçiyor diye izlediğim diğer 50 küsür filmin yanında Shrink ayrı bir yere sahip. Daha başlarken iyi bir hikaye izleyecek olduğunuzu hemen anlıyorsunuz zaten. Yavaş yavaş hatta çok yavaş ilerleyen bir kurgusu olmasına rağmen karakterlerle (ki ot satıcısı Jesus'la bile) empati kurabildiğiniz için izlerken hiç sıkılmayacağınızı garanti edebilirim. Ünlülerin deli dokturu Henry Carter'ın (Kevin Spacey) yaşadığı trajedinin ardından hayatını ve yaptığı işi sorgulamasını anlatan, yan karakterlerinin bile olağanüstü performans sergilediği film sonunda "her şeye rağmen yaşamaya mecburuz" dedirtiyor. Filmi kesinlikle ve mümkünse yanınızda sevgiliniz, arkadaşınız falan olmadan tek başınıza izleyin.
Where The Wild Things Are (2009): Spike Jonze gibi bir adamın Maurice Sendak kitabına hayat verdiği filmi o kadar uzun zamandır bekliyordum ki... 13 yaşındayken ingilizce öğretmenimizin okumamız için ödev olarak verdiği kitaplardan biri de Where The Wild Things Are idi, 13 yaşında bir çocuk olarak sadece güzel bir hikaye diye okuduğum ve belki de ödevim olduğu için pek de kendimi veremediğim kitabı şimdi muhteşem bir kaçış olarak görüyorum. Tıpkı Peter Pan gibi büyümek istemeyen herkes mutlaka bu kitabı okusun ve filmi izlesin.
Kitap, Max adında kurt kostümüyle akşama kadar evlerinin etrafında koşturup oynayan ve yaramazlıklar yapan küçük bir çocuğun, annesinin yaptığı yaramazlıklara ceza olarak onu akşam yemeği yemeden yatağına göndermesiyle başlayan ve sadece hayalci bir aklın kavrayabileceği hikayesini anlatıyor işte o yüzden Where The Wild Things Are filmi de kitaba sadık kalınarak yapılmış, aynı şekilde sadece hayalci bir aklın içine girebileceği bir yapım. Sinemaya gidin izleyin, sonra da dvdsini alın, evin bir köşesinde hep bulunsun. Filmle ilgli tek uyarım "sakın ha küçük çocuklara izleteyim demeyin" olacaktır. Çünkü filmin içinde kocaman gövdeleriyle gereçekten küçük bir çocuk için korkutucu sayılacak canavarların Max'i yemekten bahsettiği bölümler var. Filmde belli bir yaş sınırı yok gerçi ama yine de bilginiz olsun.
Filmler izlemek, eğer yaşamak zorunda olduğunuz hayatlarınızdan az çok sıkılmış veya bunalmışsanız, gerçekten bir kaçıştır. Herkesin kaçış planları vardır ve eğer sizinki de benimki gibi kitaplar ve filmlerle başka yaşamlara konuk olmaksa, yukarıda bahsettiğim filmler tam da misafir olunacak türden. İyi seyirler dilerim, beni haberdar edin.
Sevgi, saygı ve öptüm.