15 Temmuz 2013

Bir Pazar(tesi) Gülümsemesi...

"Geçtiğimiz senelerden birinde, yazın sonlarına doğru, yaşananlardan pay çıkaralım düşüncesiyle oturup yazmaya başladığım, sonrasında 30-40 sayfaya ulaştırmayı başarıp bir kenarda uyumaya bıraktığım, kusmuk analizli, kişilik teşhirciliğini uzun cümlelerle (belki biraz da sıkıcılaşarak) anlattığım küçük hikaye-günce tadında bir karalama topluluğundaki yazılardan biri bu. İçinde o kadar da ilginç şeyler yok aslında... açık olmak gerekirse havanızda değilseniz hiç bulaşmayın derim, bu ara çok küfür yiyorum zaten. :) Ben yine de yazdıklarımın bir kısmını burada yayımlayıp teşhirciliğimi doyurayım ve içim rahat etsin olur mu? Seviliyorsun okuyucu..."


______________________________________________________

Belki de o gün canım çok sıkıldığından belki de hazır araba var düşüncesiyle "Hadi fuara gidelim mi?" teklifine bir anda evet dedim… Dediğim anda başladı pişmanlık hallerim. Sandım ki bir kot pantolonu 20 dakikada giyebilmek hevessizliğimin göstergesi olur, biri de çıkıp “İstersen gelme sen, keyfin yok gibi.”der. Ama hayat dilediğimiz şeyleri…neyse.  Duyduğum tek cümle “Hadi çabuk ol Mimi.”den ibaretti…

Böyle cümbür cemaat bir yerlere gitmeyi sevmem ben. En fazla 3 kişi ki bu 3 kişi sadece arkadaşsa kabulümdür. “Şu ikisi sevgili de peki diğerinin ne işi var burada.”cümlesini çok sık kuran biri olarak, asla sevgili olan kişilerle bir yerlere gitmem. Bir de bu sevgili kişileri olur olmaz zamanlarda, aşklarını elalemin gözünün içine soka soka yaşarlar falan, gıcık olurum, o an kafa gömesim gelir ikisine de... Gerçi kafa atmayı bilmiyorum ki bilsem ne olacak, şiddet düşüncesini eyleme döken biri olmadım hiçbir zaman, daha doğrusu olamadım, beceremem çünkü…neyse.

Kalabalık yerleri sevmiyorum. Festivaller bir yana (çünkü orada müzik var ve müzik insanın kendini dünyadan soyutlamasına en büyük yardımcıdır), fuarlarmış, partilermiş, barlar, kafeler… hatta sinema salonlarını bile sevmiyorum. O yüzden vizyondan çıkmak üzereyken giderim filmlere, özellikle küçük salonlardaki filmleri izlerim ve genelde tek başıma olurum. Çok film izledim öyle, salonda bir tek ben, istediğim yere oturup, sesli yorumlar yaparak falan filan… Ablam bir keresinde kalabalıktan korkmak diye bir hastalık olduğunu anlatmıştı. Önce kalabalık korkusuyla başlar, sonradan sokağa bile çıkmaya korkar olurmuş insan. Benim ki korkudan ziyade etrafımda fazla insan olmasından sıkılmak ve bazen de iğrenmekle ilgili.

İğrenmek derken; kalabalık yerlerde en az 3- 5 iğrenç insanla karşılaşıyorum ben, mesela Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçerken, motorda başım ya eğik oturuyorum ya da direkt denizi izliyorum, çünkü bir keresinde hava rüzgârlı diye içerde oturayım demiştim ve kapının yanında ki yerlerden birine oturmak zorunda kalmıştım, ordan herkesi oturuş şekline varıncaya kadar açık seçik görebiliyorsunuz ve ne yaptıklarını izleyebiliyorsunuz falan. İnanmazsız ama en az 2 kişiyi burnunu karıştırırken gördüm. Küçük sümüklü veletlerin burnunu karıştırmasına lafım yok, onlara yakışan bir eylem bu, hatta kendi burnumu karıştırsam falan hiç ama hiç iğrenmem, cidden. Ama eşek kadar heriflerin burunlarıyla, sondajla çalışma yapar misali ilgilenmesi pek de hoş bir manzara değildi. Herhalde en arkaya oturan insanlar görünmez falan olduklarını sanıyorlar. Her neyse, kalabalık mekânlar pek tercih etmediğim yerlerdir. Böyle yerlerdeki insanlar ya etraftakilerden enerji alıp oldukları gibi davranır ya da rahatsız olup olmadıkları birine dönüşürler. Bence iki durumda felaket bir şey.

Fuara niye gittiğimizi hala anlayabilmiş değilim. Yani lunapark zımbırtılarına binmeye can atacak kadar küçük ve manyak değiliz. Ki en son gittiğimizde –sanırım 2 yıl önceydi- herkes bindiği zımbırtıdan zevk almak yerine, oturduğu yerde muhabbet etmeyi seçmişti. Aklımdan bunları geçirirken ayakkabılarımı elime almış olduğumu fark ettim, -bazen böyle şoklar yaşıyorum, kafamın içinde başka şeyler olup biterken elim iş yapmaya devam ediyor ve düşüncem son bulana kadar ne yaptığımın farkına varamıyorum- ayakkabılarımı giyerken baktım annem karşımda duruyor. “Siz de mi geliyorsunuz?”sorumu artık nasıl bir şekilde sorduysam, annemin cevabı “Korkma bu kadar, biz başka yere gidiyoruz.”oldu. Korkmaymış, anlayamıyorum, şaşırmış insanlara neden korkma derler. Belki de benim tonlamadan bir sorun vardır... neyse.

Dedim ya cümbür cemaat bir yerlere gitmeyi sevmem diye, en az onun kadar sevmediğim bir başka şey daha varsa o da; küçük apartman kapısından çıkan insan sürüsünün arabalara doluşma telaşıdır. Böyle zamanlarda mehteran gibi yürürüm ben, yani iki ileri bir geri hesabı. Kim nereye istiyorsa otursun, her haltın yarışını yapıyoruz zaten. Gerçi benim yerim bellidir, sürücü yanı… Nadir durumlar dışında bu hiç değişmez. Hem iyi bir yol arkadaşıyımdır hem de az biraz müzikten anlarım. Sürücü yanı benim gibi insanların olmalı sadece. Mesela bıdır bıdır konuşup her dakika radyo ile oynayan tipler vardır, hiç sevmem onları , sinir olurum onlara. Ya da hiç konuşmayıp susanlar vardır, onlar da moral bozarlar, insan acaba ne konu bulsam da konuşsak diye düşünür yol boyu, gerçi konuşmadan da seyahat edilebilir ama insan olmanın kötü yanlarından biri işte, yanımızda biri varsa hep konuşma ihtiyacı hissederiz ki yanımızdaki tanıdığımız biriyse eğer bu ihtiyaçtan da öte bir şeydir. Tanımadığımız insanlarla bile uzun süre yan yana kalınca konuşma isteği duyarız, ya da ben duyarım. Yani otobüs yolculuklarında bile yanına oturduğum kişiye en azından bir merhaba derim ben. Fırına gittiğimde de ilk olarak iyi günler diye başlarım söze. Konuşmayı seviyorum ben, özellikle de uzun süreli ilişkiler kurmayacağım yabancı insanlarla konuşmayı onlara sorular sormayı seviyorum…

Yavru kedilerle oynayarak oyalandığım için annemlerin arabası bizimkinden önce hareket etti. Neden insanlar yola çıkarken dışarıdaki tanıdıklarına korna çalarlar anlamam, istem dışı bir davranış olsa gerek. Yani zaten arabaya binmeden önce “Hadi görüşürüz, dikkatli kullanın...” vs vs... zırvaları sıralıyorsunuz, bir de neden kornaya basıyorsunuz anlamıyorum, hem de akşamın dokuzunda, etrafta tek bir çıt bile yokken… Zaten en sevmediğim şey balkonlardan bakan insanlardır. Ne gereksiz bir aktivitedir balkonda oturup aşağıdaki insanların ne yaptığını izlemek. Yani bence suç falan sayılmalı. Meraklı milletiz zaten, sen de o kornaya bas, bas ki tam yerimiz belli olsun karanlıkta, fısır fısır arabamızın modelini, giydiğim tişörtün rengini konuşsun balkondakiler. Konuşurlar biliyorum çünkü ben balkondan bakıyor olsam konuşurdum. Amaç o zaten, aşağıdakiler ne yapıyor, ne ediyor, nereye gidiyor, ne giymiş… “Işığı açmasanız bile orada olduğunuzu biliyorum, boşuna kıpırdamadan durmayın, bir tarafınıza kramp falan girecek…” beynimin beni şaşırtmasını seviyorum. Ama komşularla hiç bir muhabbetimiz olmasa bile ters düşmemek gerekirdi sanırım...neyse.

Öne oturduğunuz zaman arka taraftaki muhabbeti duyamazsınız, aynı şekilde arka taraftakiler de ön tarafı duyamaz. Yani yüksek sesle konuşulmazsa eğer sadece tek tük kelimeler duyarsınız falan. O yüzden en iyisi müzik dinlemektir. Yol için hazırlanmış özel bir playlistiniz yoksa radyonuzun zevk sahibi djlerin olduğu kanallara ayarlı olduğundan emin olmalısınız. Ben genelde radyo dinlemekten yanayımdır, özellikle de old school parçaların çalındığı frekansları ayarlarım. Zaten daha ben dünyada yokken güzel müzik yapılıyormuş, hep kıskanmışımdır, hala da kıskanırım… Müzik konuşmayı severim, yani demek istediğim bestekâr falan değilim tabi ki de, benim ki başkalarının yaptığını övmek, yermek falan filan… Öyle belli kişleri/grupları seven insanlardanımdır bende, değişmez kriterlerim yok ama bir kez beğendiysem dinlediğim şeyi, sahibinin peşini bırakmam. Gerçi “Tüm parçalarılarını seviyorum , bir tane bile kötü parçası yok.”dediğim birileri olmadı şu ana kadar. Olacağını da sanmıyorum. Abartmayı sevmem ben. Yani en azından başkalarını abartmayı sevmem. Hem insan dediğin illa bi şeyleri yanlış ya da eksik yapar, fazla üstünde durmaya gerek yok yani.

Eskiler diyordum. Eski olan her şey iyidir bence, yani tabanı delinmiş ayakkabı vb.den bahsetmiyorum sonuçta. Gerçi salakça bir düşünce bu benim ki. Yani bundan yirmi sene sonra bugünün müzikleri de eski olacak… Neyse işte, demek istediğim ulaşamayacağımız zamanlara ait olan her şey güzeldir. Zamanımızda olanlarla uğraşmak zor iş. Bir kere etki etme şansın var çünkü sende aynı zaman içerisindesin, kaçamıyorsun, bahane üretmek zorundasın ama her zaman kolay değil bahane bulmak... Boş ver yani kafa yormaya değmez. Zaten herkesin eski özleminin altında yatan olay bu bence. Uğraşmak yerine olmuş bitmişle idare etmek yani.

Bence insanlar belli bir yaştan sonra ailesinden görüşmek istedikleri ve istmedikleri şeklinde bir ayrım yapmalı ve bunu uygulamalı. Aile derken tüm akrabalarınızdan ve hatta akrabalarınızın etkileşim içerisine girmek zorunda kaldığınız akrabalarından bahsetmekteyim. Bence herkesle etkileşim içinde olmak zorunda bırakılmanız insan haklarına aykırı bir eylem sayılmalı. "Tamam sevme ama saygı duy, terbiyesizlik etme, bir merhaba de halini hatrını sor...vs." anneniz veya babanız veya sizden büyük en yakın aile bireylerinizin, sizi bu şekilde taciz etmesi yasalar ile suç sayılır hale getirilmeli. Gerçekten bunun için gönüllü olarak çalışabilirim. Ya da çalışmam birinin bunu benim yerime yapması gerçekten daha işime gelir.


.
.
.
.
.

__________________________________________________________________

Başlığa selam yollamak için buradan buyrun.
Fotoğraf: David Bowie, Hunky Dory albüm çekimlerinden en sevdiğim kare, yıl 1971.

Do you like me now?

Çok uzun zamandır bir filmden bu derece etkilenmemiştim. Neden bu zamana kadar izlememişim ve "sonra izlerim sonra..." diye diye 7 yıl ötelemişim bu filmi bilemiyorum. (finding neverland sonrasında hemen charlie and the chocolate factory filmine atlamışım, mallığın en alasını yaparak) 

Film sinema tarihindeki (bence) en iyi prologue'a sahiptir ki "opening sequence" ve "ending sequence" olarak ikiye bölünmüştür, film başlarken hipnoza girmenize biterken de uyanmanıza neden olur o prologue... ( ayrıca bu sayfada çok büyük bir adilik daha yapıp o prologue bölümlerini ekliyorum video olarak.. ki canım her istediğinde nerede olursam olayım açıp izleyeyim, yoksa siz görün diye değil.)

Bu yeni yayının gerçek amacına dönecek olursak; aşağıda afişini gördüğünüz film 2004 yapımı The Libertine, Mimi Wonka'nın Sinema Çöplüğü adındaki odada en önemli filmler rafında yer bulmuştur kendine. Bu durum; Rochester'ın 2. Earl'ü John Wilmot'un A Satyr Against Reason and Mankind şiiri ve filmdeki Wilmot karakterini yaratan Depp ile alakalı olabilir tabi, cevabınız için filmi izlemeniz gerektiğini zaten fark ettiniz. Bu hafta bir akşamı (eğer hala benim gibi izlememiş olanlarınız varsa) bu filme ayırın, büyük ihtimalle pişman olacaksınız ama buna değecektir....

Son olarak sayın Akademi; cidden çok boş bir oluşumsun ama şu namuzsuz adamın hakkını da vermiyorsunuz ya, çok adisiniz!



opening


ending

Her Şey Yerli Yerinde

Babam öldü. (şekere bağlı kalp yetmezliği -covid nedenli- babam şeker gibi adamdı zaten) Yeğenim doğdu. (kendime teyze diyorum, hiç zorlanma...