Sorma sevgili okur. Çok güzel filmlerdi hepsi. Birbirinden alakasız bir çok film izledim ama hepsini yazmak yerine sınıflandırma yaparak yazmaya karar verdim. Bahsedeceğim filmler cinsellik, şiddet, korku ve dram içerikli. Bazılarının aşırı kaçmış dediğim noktaları da olmadı değil ama yine de kabul edilebilir olaylardı anlatılanlar. Zaten düşününce; insanların çocukların kafasını ezip öldürdüğü, yaşlı insanları dövüp sokağa attığı, söylediklerinin arkasında durup sözünden dönmeyenlerin hapis edildiği ve suçlu olanın ölmesine göz yumulabileceğini söyleyenlerin ve hatta buna bizzat göz yumanların olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bir filmde anlatılanların gerçekliğini düşünmek mi? Biz devam edelim...
Artık son sınıf öğrencisi olduğum için zamanımı okula gidip derslere girmek yerine evimde oturup okumak, yazmak, izlemek, dinlemek gibi atraksiyonlarla geçiriyorum ki çok güzel bir bitirme tezim, 4.dönemden kalma derslerim ve yeni dönem vizelerim, finallerim falan var, yok değil. Bunu mesele etmiyorum tabi ki. Eğitiliyorum işte, ya onlar sıkılacak ya da ben onların anlattıklarından zevk almaya başlayacağım. Garip bir ön sevişme yaşıyoruz yani. Her neyse...
İzlediğim ve haklarında atıp tutmak istediğim filmlere geçelim. Ayrıca spoiler uyarısı da yapmalıyım, bazı yerlerede az çok bahsetmeden geçemeyeceğim şeyler var çünkü.
Ex Drummer (2007): Belçika yapımı bir Hardcore. (hardcore genelde anlamı dışında kullanılır müzik piyasasında ki zaten bahsettiğim de o hardcore değil, Max Hardcore diyeyim anlaması gerekenler anlasın) Ex Drummer saldırgan bir film ve seyircisinin izlerken veya izledikten sonra ne düşündüğüyle zerre ilgilenmiyor. İzlerken rahatsız eden (bittikten sonra da rahatsız eden) son sahnelerindeki müziklerle coşturan bir film.
Engelli 3 adam bir grup kurup yapılacak olan müzik festivaline katılmaya karar verir ve bir davulcuya ihtiyaçları vardır. Kendileri gibi engelli birini bulup gruplarına katılmasını isterler. Bas çalan Jan Varbeek'in sağ kolu kaskatıdır, gitarist Ivan Van Dorpe neredeyse sağırdır ve solist Koen De Geyter ise genç kadınları dövmekten zevk alan bir sapıktır. Davulcu olarak aralarına katılmasını istedikleri ülkesinde tanınan bir yazar olan Dries'da sevgilisi yanında olmadan başkalarıyla sevişemeyen ve toplumsal mantıktan kendini soyutlamış biridir. Yine de elle tutulur bir engeli olmasının gerektiğini söyledikleri zaman davul çalmayı bilmemesini öne sürer.
Film boyunca normal diye nitelendirebileceğiniz tek bir insan karşınıza çıkmıyor. Bazen filmi durdurup bir önceki sahneye dönüp "şimdi burda olan ne" diye kendi kendime sorduğum anlar oldu. Konuşulan lisan da biraz rahatsız etti beni, bilmediğiniz dillerde film izlemek her zaman gariptir zaten. Bunun dışında Ex Drummer görsel açıdan muhteşem sahneleri barındırıyor, (Koen De Geyter evinde hep tavanda yürürken görülür.) karakterler ahlak denilen şeyden zerre bahsetmiyor ve loser edebiyatını gözünüze gözünüze sokuyorlar film boyu. Kendinizi özdeşleştirebileceğiniz hiç bir karakter yok bu filmde (sanmıyorum ki ben özdeşleştirdim yahu diyen biri çıksın) ama nasıl oluyorsa karakterlerin hepsini çok seviyorsunuz çünkü hepsine çok acıyorsunuz. Sonuç olarak beğendiğim ve izlediğime pişman olmadığım bir yapımdı Ex Drummer.
Bağımsız Avrupa Sineması'nın loser edebiyatını sevmeyen, içinde sevgi ve erdem unsurları olmayan, sonuç bölümünde elle tutulur bir mesaj verme kaygısından uzak filmlerden zevk almayanların "ne boktan filmdi lan" diyerek bana küfür etmemesi için şöyle bir uyarı yapmalıyım; "Midesi hassas olanlar izlemesin."
Diario de una ninfómana (2008): Dilimize "Bir Kadının Seks Günlüğü" diye yanlış adapte edilen film aslında "Bir Nemfomanın Günlüğü" adını taşımakta. Seks bağımlısı olan Valére Tasso her şeyin aşırısı fazladır diyen insanlardan. Filmde her şeyin aşırısını yaşayıp normale dönmeye çalışan bir kadın anlatılıyor ki ben severek izlediğimi belirtmek isterim. Filmi Valére'nin belli bir dönem kocası olan Jaime karakterini oynayan pek sevdiğim Leonardo Sbaraglia'nın adını gördüğüm için izledim.
En la ciudad sin limites,
El rey de la montana ve
Concursante filmlerinden aşinalığım olan arıza karakterleri canlandırmak için yaratılmış adam dediğim Leonardo Sbaraglia bu filmle yine hayran bıraktı kendine.
Güzel bir kadının bir çok erkekle birlikte olarak hayatındaki eksikliği haz almakla doyurabileceğini sanmasını anlatan bir film değil bu, sakın bu kadar basit bir konusu olduğunu düşünmeyin. İlk cinsel deneyiminden hiç zevk almayan genç Valére'nin "bunun böyle olmaması gerekiyordu" diyerek dizginleri eline almasıyla başlayan film o kadar garip yönlere gidiyor ki bu kadının burda ne işi var diye kendinize sorduğunuz anlar oluyor. Filmin genelinde bir çok klişe olması bazen eleştirel yaklaşımlarda bulunmama yol açtı. Valére'nin hikayesini sevinerek, hak vererek, üzülerek ve tebrik ederek izledim. Filmde; bir erkeğin kendinden önce başka erkeklerle birlikte olmuş bir kadına aşık olsa bile, yeri geldiği zaman ne kadar hor ve küçümseyen bir gözle bakabildiğini, bunun dünyanın neresinde olursanız olun aynı olduğunu ve bu erkeklerin hepsinin beyin kimyalarında bir sorun olduğunu ayan beyan görebiliyorsunuz.
Aynı şekilde yaşadığı hayattan pek de memnun olmayan bir şeylerin yanlış olduğunun anlayıp yalnız kaldığının farkına varan kadınların ne yaptıklarından emin olmadan bir yüzüğe, evlilik denilen aldatmacaya nasıl kapılıp da gittiklerini de görüyorsunuz. Bu ve bunun gibi önemli ayrıntıların pek de üzerine gidilmeden geçildiği, derinlemesine işlenmediği de belirteyim. (ki ben yönetmen olsam Valére'nin seviştiği her adamla neler yaptığını uzun uzun göstermek yerine biraz daha kendi kendine kaldığı anlara yoğunlaşırdım.) Açık olmak gerekirse bazı yerlerde gereksiz abartıların da olduğunu söylemek gerekir. Durak gibi bir yerde oturan adamla göz göze gelip adamı peşine takmak izbe bir yerde ayak üstü bir posta falan. Bazen yok yahu bu kadar da olmamıştır diyorsunuz yani. Yine de çok sıcak bir film (her anlamda) pek fazla bir şeyler beklemeden izlemek lazım ki bağımsız kadın filmleriyle konulu porno arasında gidip gelen bir film olduğunun belirtildiği bir çok yorum mevcut.
Me Mére (2004): Christophe Honoré'nin yönettiği film bilindik fransız filmlerinden çok uzak, ayrıca izlerken eksik bir şeylerin olduğu hissini uyandırıyor. Louis Garrel oynamış diyerek bir göz atmak lazım dediğim film o kadar da ahım şahım olmamakla birlikte yine de belli tabuları altüst etmesi göz önüne alınarak "eh yine de iyiydi" şeklinde niteleniyor gözümde.
Annesi sadist zevklere sahip bir hayat kadını olan Pierre büyükannesi ile büyümüş dindar bir çocuktur. (kendi kendine incilden pasajlar okuyan, tanrıya yalvaran cinsten) Pierre yaz gelince anne ve babasını ziyaret etmeye karar verir ve yanlarına gider. Birbirlerine kötü ve kaba davranan ebeveynleriyle tanışan Pierre babasından pek haz etmese de annesine saygı duyar ve annesini babası gibi bir adamla evli olan bahtsız bir kadın olarak görür. Bir trafik kazasında baba ölür. Pek büyük bir trajedi sayılmasa da bu 16 yaşındaki genci etkiler. Annesiyle daha çok yakınlık kurmak ister ama bu yakınlık hiç de onun düşündüğü şekilde olmaz. Babasından daha sapkın olan annesi oğlunu kendi yaşadığı sadist seks hayatının içine doğru çekmeye başlar.
Filminin devamında aile kavramının altüst edilişi göz önüne seriliyor. Anne ve oğlun birbirlerini arzulaması ve anne için hiç de iyi bitmeyen bir sonla bu arzunun nihayetine ulaşmasını izliyoruz. Arada bir çok aksak karakterle karşılaşıyoruz ve Pierre'in içine çekildiği bu hayattan kurtulma çabalarını ama bir yandan da bu hayatın onun gözünde yüceldiği anları görüyoruz.
Filmin sonlarına doğru bizim (en azından benim) için güzel anlamlar taşıyan The Turtles'ın So Happy Together'ı gibi güzel bir parçayı çok alakasız bir manaya gelecek şekilde dinliyor ve aklımıza o şekilde kaydedip "ah be Garrel bunu da yaptın ya artık..." diyoruz. Tabi filmin aklınıza bu hoş sahne ile kazınması için Louis Garrel hayranı olmanız lazım o ayrı konu.
Antichrist (2009): Lars von Trier filmini daha vizyona girmeden merak etmiştim nasıl bir şey olacak acaba diye. Gainsbourg ve Dafoe başrolde yahu iyi, güzel, süper olur herhalde demiştim. Az bile kalır okuyucu az bile kalır! İzlerken rahatsız oluyorsunuz, korkuyorsunuz, üzülüyorsunuz, karakterlerden hem nefret ediyorsunuz hem de hak veriyorsunuz. Film bittikten sonra iyi ki bitti diye derin bir nefes alıyorsunuz ama sonra da bir daha izlesem mi diye düşünüyorsunuz.
Çocuğunun ölümünü kabullenemeyen annenin eşine "sen zaten her zaman ilgisizdin" şeklinde suçlamaları ile başlayan film ilerleyen dakikalarda aslında suçlunun anne olduğunu yavaş yavaş anlamaya başlamanıza ve sonunda gerçekten de annenin suçlu olduğunun gösterilmesiyle son buluyor.
Filmdeki hikayeyi anlatmak yerine izleyip kendi yorumunuzu yapın demek istiyorum. Zaten bahsettiğim filmler arasında en beğendiğim ve hakkında laf etmenin gereksiz olduğunu düşündüğüm tek film Antichrist oldu. Hikaye bir yana görsellik muhteşemdi. Özellikle film başlarken Tuva Semmigsen ve Barrokksolistene performansıyla Rinaldo'dan Lascia ch'io Piagna eşliğinde siyah beyaz sahneler çok etkileyici olmuş. Bana biraz da Tarsem'in The Fall'undaki açılış sahnesini hatırlattı.
İzleyin, izleyin ve izleyin diyorum ama yine de cinsellik ve aşırıya kaçan kanlı sahneleri izleyemeyenler, yani midesi sağlam olmayanlar izlemeden önce bir kere daha düşünsünler demeden geçemiyorum.
İzlediğim filmler hakkında atıp tutmaya vol.3 ile devam edeceğim. Ayrıca bu kadar uzun bir yazıyı okumaya vakit ayırdığın içinde teşekkürler okuyucu. Sevgiyle kal.